“tarihi yapanlar yaptıkları tarihi yazmazlarsa, tarihi yazanlar o tarihi yapanları hiç yazmazlar!..”
uydurdum bu lafı. aramayın bir yerlerde bulamazsınız!
bu hafta benim de içinde yer aldığım bir “tarih yapma ve tarih yazma” olayından söz edeceğim.
yaptıklarımı ve harcadığım emek ve çabayı gündeme getirerek, övünmek amacıyla değil, doğruya ve gerçeğe saygı ve sadakât ile “olmasaydı var olmayacak” bir kurumu ilk kuran insanın, prof. dr. türkân saylan’ın yok sayılmasına tepkim nedeniyle bu yazıyı yazmak istiyorum.
günümüzde buna benzer tavırların “aykırı”, “anarşist” hatta “terörist” faaliyet sayılması, müebbetlik suç olarak nitelenmesi çok mümkün. ama 25 kasım 1897 tarihli “Le Figaro” gazetesinde “suçluyorum” başlığıyla, haksız ithamlara maruz kalan “dreyfus” için “gerçek yürüyor” diyen emile zola’dan sonra başka türlü davranmak olanaksız.
öte yandan bu durumu da yaratan bir “tutum”un da en azından bir yerlere kaydolması gerekli!
istanbul üniversitesi ne zaman kuruldu?
mezunu olduğum bu üniversitenin sınıf arkadaşım olan rektörü, yönettiği üniversitenin internet sayfasında üniversitenin kuruluşuna dair okuyunca benim şaşırdığım, eğer daha önce okumadıysanız muhtemelen şaşıracağınız şunları yazdırmış ya da yazmış :
“istanbul üniversitesi’nin kuruluşunu, 1453 yılında istanbul’u fethine kadar götürmek mümkün. çünkü fatih sultan mehmet istanbul’u fethettikten sonra bu şehri, bir ilim merkezi, bir kültür merkezi haline dönüştürmeyi de planlamıştı ve osmanlı şehirlerindeki ilim adamlarını, müderrisleri istanbul’a davet etmişti ve fetihten sonraki ilk cuma günü, 1 haziran 1453’te ayasofya’da kılınan ilk cuma namazında hocalarına, hocalara, hocaları saydığı âlimlere, müderrislere derhal eğitimin başlamasını emretmişti ve bunun üzerine fetihten hemen sonraki günlerde ayasofya camiye dönüştürülünce, ayasofya’nın kenarındaki keşiş odaları medreseye dönüştürülerek burada eğitim başlamıştı. dolayısıyla istanbul’da ilk yüksek öğretim, üniversitemizin de temelini oluşturan eğitim, ayasofya’da ve hemen onun sonrasında da zeyrek’te bulunan pantokrator kilisesi medreseye dönüştürülerek, bu iki medresede yüksek öğretim başlamıştı. işte bu iki medrese eğitimi üniversitemizin temelini oluşturan medreselerdir.”
bu tarih osmanlıda ilk kurulan üniversiter yapı olan “istanbul darülfununu”nun ve şimdi adı boğaziçi üniversitesi olan robert koleji’nin kuruluş yılı olan 1863’ten daha önceki bir tarih. bu tarih o zaman adı “konstantinopoli” olan şehrin osmanlı imparatorluğu tarafından “işgal” ve “zapt” edilen tarih.
peki ilk kurulan üniversite hangisi?
geçtiğimiz günlerde gümüşlük akademisi’nde sevgili oruç aruoba’nın benim de tanık olduğum bir sohbetinde “üniversite” konusu gündeme geldi.
aruoba istanbul üniversitesi’nin kuruluş tarihini bir anektodla naklederek çok daha gerilere gittiğini; roma üniversitesi’nden bile daha eski olduğunu söyledi.
doğrusu duyunca buna da şaşırmıştım. sonradan araştırdığımda dünyadaki ilk üniversitenin “konstantinopoli üniversitesi”, adıyla m.s. 425 yılında bizans imparator naibi ııı. michael tarafından 849 öğrenci tarafından öğrenci loncası olarak kurulduğunu öğrendim.
bu bilgilerden yola çıktığımda aklıma yanıtı “kişiye göre değişen” bazı sorular geldi:
- eğer bu üniversite bu kentin üniversitesiyse neden gerçek kuruluş tarihi verilmez?
- yok eğer kurumsal temelde düşünülüyorsa neden gerçek tarihi değil de bir kentin işgal edildiği tarih başlangıç tarihi olarak kabul edilir.
- herhangi bir tarih /tarihçe yazımı bu kadar “öznel” olabilir mi, öznelliğin sınırı nereye kadar uzanır?
- bir dileği, beğeni, aidiyet duygusu, inanç ya da arzu gibi bir öznel durumu “resmi bir bilgi” olarak kamuoyuna sunmak bir “yönetici” açısından doğru ve kabul edilebilir bir durum mudur?
- böyle bir şeyin yapılış amacı ve sağlanan kamusal ya da özel yarar nedir?
- ve nihayet son soru: bu durumu görenler ve gerçeği bilenler neden bunlara itiraz etmezler, itiraz edenler olursa onların başına neler gelir?
sanırım bu soruların bazıları zaman hemen herkesin aklına gelmiş, üzerinde düşünülmüş sorulardır.
şimdi size bir başka soru soracağım:
istanbul lepra hastanesi ne zaman ve kimin tarafından kuruldu?
bu bilgiye nereden ulaşabiliriz?
elbette resmi olarak hizmet veren bu kurumun artık zorunlu olan “resmi internet” sayfasından.
hadi birlikte oraya gidelim ve birlikte okuyalım(*):
hastane tarihçesi
hastanemiz 1981 yılından beri lepra (cüzzam) hastalarının teşhis, tedavi ve takipleri için sağlık bakanlığı istanbul üniversitesi tıp fakültesi ve cüzzamla savaş derneği ile yapılan üçlü protokol anlaşmasıyla tüm lepra hastalarına hizmet vermektedir. hastanemizin kuruluşundan önce de cüzzamla ilgili çalışmalarıyla öne çıkan ve 2002 yılında emekliye ayrılan prof. dr. türkan saylan tam 21 yıl boyunca gönüllü olarak üniversitedeki görevinin yanında hastanemiz başhekimliği görevini başarıyla sürdürmüştür.
bu paragrafın koyu renkle yazdığım ikinci cümlesi buraya 26 temmuz 2013 perşembe günü birgün gazetesinde yer alan “türkan saylan’ın adını sildiler” başlıklı ve benden alınan konuya dair görüşün de yer aldığı haberden sonra oraya konulmuştur.
üstüne “hastane tarihçesi” yazıp, öncelikle bir “tarihçe”yle ilgisi olmayan konuları, üstelik de yanlış olarak (bölümde söz edilen üçlü protokol sağlık bakanlığı tarafından 2010 yılında tek taraflı olarak iptal edilmiştir) buraya yazmak da; sonrasında da bu konunun haber yapılmasından rahatsız olup, gerçeği de açıkça tahrif ederek, anadolu ajansı ve cihan haber ajansı’na yollanılan bir basın açıklaması yapmak da yukarıdaki soruların devamı niteliğinde başka soruları akla getiren, aslında mevcut iktidarın pek çok yerde yeğlediği, “benzersiz ve değişmez tutumu” ortaya koyan somut bir sonuçtur.
lepra hastanesinin gerçek tarihi ne?
o zaman görevimizi yapalım ve gerçekleri ve doğruları bir kez daha ortaya koyalım. böylelikle bilmeyenler öğrensin, bilenler anımsasın ve bu olanakla bir yerlere de bir “kayıt” düşülmüş olsun.
lepra hastanesi, bakırköy ruh ve sinir hastalıkları hastanesi’nde cüzamlı hastalara, “cüzzam pavyonu” olarak tahsis edilen üç binayla buna ek olarak yapımına başlanan iki katlı bir binada “özel dal” hastanesi olarak kurulmuştur.
hastanenin kuruluşu 1976 yılında kurulmuş olan cüzzamla savaş derneği ve istanbul üniversitesi bünyesinde 1980 sonrasında bilimsel temelde çalışmalar sürdüren lepra araştırma ve uygulama merkezi’nin sağlık bakanlığı’na birlikte yaptıkları bir önerinin kabul edilip 16.01.1981 tarihinde imza altına alınan “üçlü protokol”e dayanmaktadır.
hastanenin bu ad altında resmi olarak faaliyete geçiş zamanı ise 1982 yılı ocak ayıdır.
lepra hastanesi 1982 yılından, sağlık bakanlığı’nın 3.6.2010 tarih ve 22504 sayılı işlemiyle yapılan bu protokolü iptal edene kadar 28 yıldan fazla süre kurumsal kimliğini sürdürmüş ve hizmet sunmuştur. aynı protokolde yer alan bir hüküm gereğince de bu dönem içindeki ilk yirmi yıl boyunca, prof. dr. türkân saylan yaş haddinden emekli olduğu 2002 yılına kadar hastane başhekimliğini kesintisiz olarak sürdürmüştür.
protokolün iptali üzerine alınan bir idari karar ile bakırköy sadi konuk eğitim araştırma hastanesi’ne bağlanmış, böylelikle hastanenin tüzel kişiliğine son verilmiş, yani kapatılmıştır. daha sonra sağlık bakanlığı’nın bu işlemi aleyhine cüzzamla savaş derneği’nce açılan dava sonucunda söz konusu idari işlem, “hukuka ve kamu yararına uygun bulunmadığı” gerekçesiyle 03 şubat 2011 tarihinde iptal edilmiştir. karar yaklaşık altı ay sumen altı edilerek tebliğ edilmemiş, sonunda yapılan bir başvuru üzerine tüzel kişiliği geri verilerek yine bağımsız bir özel dal hastanesi haline getirilmiştir.
son dönemde ise sağlık bakanlığınca oluşturulan kamu hastane birlikleri kapsamında türkiye kamu hastaneleri kurumu bakırköy bölgesi genel sekreterliği bünyesi içinde yer alan bir hastaneye dönüştürülmüştür.
konuyla ilgili olarak yukarıda söz ettiğim basın açıklamasından ilgili genel sekreterlikçe ifade edildiği üzere lepra hastanesi şimdi de aynı bahçede bulunan “deri ve tenasül hastalıkları hastanesi”yle birleştirilmek istenmektedir.
temel ayrıntıları kabaca böyle olan bir tarihçe yerine, söz konusu haber basında yer alınca, türkân saylan’a saygı gösterme adına mevcut “tarihçe”ye ek bir cümle yazılması, hem bu konudaki tavrı göstermekte, hem de daha önce, türkân saylan’ın vefatından sonra hastaneye onun adının verilmesi doğrultusundaki önerilere yanıt vermeme şeklindeki tutumla aynı anlama gelmektedir.
ayrıca yapılan açıklamada hastanede “türkan saylan anısına bir bölüm bulunduğunu” ifade edilmesi de “olmayan bir şeyi var gösterme” tutumunu ortaya koymaktadır.
iktidarların sildiği ya da yok saydığı gerçekler
“despotik” ve “anti-demokratik” yönetimlerin bilinen tutumlarından birisi de geçmişteki kişi ve olayları tahrif etmek, gerekirse bunları dile getiren muhaliflerini ve tanıklarını yok etmek, unutturmak, hatta izlerini silmektir. bu da başka bir bağlamda “soykırım” anlamına gelebilecek bir “kıyım”, bir “tarih kırımı”dır. çünkü tarihi hep egemenler yazar.
hem dünya, hem de bu ülkenin tarihi bunun pek çok örneğiyle doludur.
şimdi yaşadığımız gibi bu iktidarların bazıları ise daha da ileri gitmişlerdir:
olmayan olayların varmış gibi söylenmesi, bunları içeren bir “çakma tarih”in yaratılması ve bunun allanıp pullanıp yazılması; daha da kötüsü tüm bu yalanlara, baskıları altındaki toplumları ve halk kesimlerinin inandırılması, sonuçta giderek sanal bir geçmiş yaratılması söz konusu olmuştur.
zaman zaman söz ettiğim bir gerçeği bir kez daha vurgulayayım:
kapitalist sistem, onun savucuları, benimseyenleri ve uygulayıcıları, yalnız olanı, şimdiyi ve geleceği değil, geçmişi de yeniden yaratır ve satarlar. bundan da aslında çok büyük kazançlar elde ederler.
kapitalizmin adına küreselleşme dediğimiz bu evresinde, teknolojinin ve her gün yeniden rıza imalatı yapan medyanın da kimi olanaklarını da kullanılarak, bizim gibi ülkelerde daha sık olmak üzere geçmişin satılmasından öte, tahrif edilmiş ve olmadığı halde var edilmiş bir geçmişin satılması da gündeme getirilmektedir.
bu aslında hem çok “hazin” ve hem de “insan soyu” adına aslında utanılacak bir durumdur. dolayısıyla en azından itiraz edilerek, gerçeklerin ve doğruların dile getirilmesi zorunluluktur.
tarihi kaydedelim ve yazalım
bu somut gerçeklikten yola çıkarak şimdi eli kalem tutan herkese bir öneride bulunmak istiyorum:
özellikle bu anlattıklarımı duyanlar, yalanlara karşı çıkanlar ve yapılanları yanlış bulanlar, yaşanılan gerçeklikleri doğru bilenler, her fırsatta ve her durumda, olanakları ve erkleri olan her yerde, gidebildikleri kadar geriden başlayarak geçmişi, ama daha da önemlisi şimdiyi sürekli ve yaygın biçimde not etmeli ve yaymalıdırlar.
üstelik olanaklar ölçüsünde bunları yalnızca elektronik ortamda değil, basılı, yazılı, hatta geleceğe kalması daha çok mümkün olan sanatsal yollarla da yapmalıdırlar.
uzunca bir süredir “varlar-yoklar” üst başlığıyla toparladığım bu yazıların bu yönden değerlendirilmesi, katkılarla zenginleştirilip paylaşılması en büyük dileğimdir.
aynı şeyi şimdi bu tahrifleri yapanlara ve olmayanları yazanlara da önereceğim:
günün birinde kendi yaptıklarının da yok edilmesi en azından yok sayılması olasılığına karşın onların da bunların hepsini kayıt altına almaları ve saklamaları hem “akıllıca”, hem de kendilerini gerektiğinde koruma ve savunma açısından yararlı bile olabilecek bir tutum ve davranış olacaktır.
meşhur sözü biraz değiştirerek yazıyı bağlayalım: “anlatacağın kendi hikâyendir!”
(*) siteye erişim: yazının yazıldığı 1 ağustos 2013 perşembe, 11.30