Bu transfer, çeşitli açılardan değerlendirilebilir, ama ben işin esas olarak bir yanı üzerinde duracağım: Gazetecinin işvereni ile ilişkileri.
Adı, geçmişi, konumu ne olursa olsun gazetecinin, mesleği gereği, işvereniyle ilişkileri, herhangi bir sektördeki çalışanınkinden hatta yöneticininkinden farklıdır.
Gazetecilik, toplumsal üstyapının inşasında önemli bir konuma sahip olduğu için, gazetecinin işverenle ve işyeriyle ilişkileri, çeşitli ülkelerde basın kanunları ve ayrıca basın-yayın meslek kodlarıyla belirlenmiştir.
Mesela Batı ülkeleri basın yasalarında yer alan "Clause de Conscience" (Vicdan hükmü) başka mesleklerde bulunmayan özel bir hükümdür. İşveren değiştiğinde, gazetesi başka bir grubun denetimine girdiğinde ya da işverenin siyasi, fikri, felsefi, mesleki görüşleri değiştiğinde, gazeteci, bu hükme dayanarak,
"Ben iş akdi yaptığım işverenin değiştiğini saptıyorum, yeni işveren ya da işverenin yeni konumu, benim siyasi, fikri, felsefi ve mesleki anlayışlarıma uymuyor. Bu nedenle istifa ediyorum" dediğinde, iş akdi, işveren tarafından tek taraflı olarak bozulmuş gibi, çalışan çeşitli tazminat haklarını kazanarak işyerinden ayrılır.
Kuşkusuz B holdingindeki televizyon yönetmeninin, bu vicdan maddesini, "Benim işverenimin kendi bankasını hortumladığı ortaya çıkmıştır. İstifa ediyorum" diyerek, yürürlüğe koymasını beklemek safdillik olacaktır.
Gazetecinin işvereniyle ilişkisi basın kanunu ve meslek deontoloji kurallarının yanı sıra iş akdinde de belirtilir. Bizde 212 sayılı kanunda, vicdan hükmü, işverenin vicdanı olarak algılandığı için, işverenin siyasi, fikri, felsefi görüşlerine karşı çıkan çalışanların iş akdi feshedilir.
Özgürlük olmazsa olmaz!
Basın özgürlüğünün yasada, teoride ve en önemlisi uygulamada var olması ve bu varlığın çeşitli şekillerde güvence altına alınması (Demokratik bir rejim, başta sendika olmak üzere meslek örgütleri, okur baskı grupları, kültür, gelenek...vs...) hatta çiğnenmesi halinde yaptırım uygulanması, gazetecilik mesleğinin ifa edilebilmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur.
Basın özgürlüğü, sabit, durağan bir kavram olmaktansa, zaman ve mekana göre değişimler arzeden, sürekli geliştirilmesi gereken bir süreç olduğu için, transfer vakasını bizdeki mevcut dar özgürlük sınırları içinde ele almaya çalışacağım. (Fransızların siyasi mizah gazetesi "Canard Enchainé"nin sloganı "Basın özgürlüğü, sadece kullanılmadıkça aşınır"dır)
Gazeteci kime ve neye karşı sorumlu?
Gazetecinin temel görevi, gerçeği araştırıp onu okura haber olarak iletmektir. Haberin tayin edici niteliği ve değeri de doğruluğudur. Bu nedenle meslekte, gazetecinin üç temel sorumluluğu vardır:
* Gerçeğe karşı sorumluluk
* Okura karşı sorumluluk
* Editöre karşı sorumluluk
Okura karşı sorumluluk, popülist ve bizdeki uygulamadaki olduğu gibi, "Okur ne isterse onu vermek" değildir. (Ayrıca sanki okur ille de kalitesiz ve asparagas yayın mı istiyor?). Bu sorumluluk, gazetecinin, çalıştığı gazetenin okur kitlesinin hassasiyetlerini hesaba katıp, onun, çeşitli iktidar odaklarına karşı çıkarlarını savunmaktır.
Üstelik, gazeteci okura hizmet etmek, onun haber alma özgürlüğünü kolaylaştırmakla görevli olduğu için de okura karşı sorumludur. Okur, para verip gazete satın alıyorsa, bunun karşılığında da gazeteciden doğru, çok boyutlu, inanılır, güvenilir ve hızlı haber ve çeşitli fikir ve yorumlar beklemektedir.
Gazeteci bu nedenle de okura karşı sorumludur. Okur mektupları bölümleri ve ombudsmanın çalışmaları işte bu okura karşı duyulması gereken sorumluluğun hesabının verildiği (accountability, imputabilité) alanlardır.
Editöre karşı sorumluluğa gelince; önce buradaki editörün, Amerikan gazeteciliğindeki "Publisher" yani gazetenin sahibi anlamına gelmediğini belirtmekte yarar var. Buradaki editör, muhabir olsun yazar olsun, haber müdürü ya da bölüm sorumlusu olsun, gazeteci ile gazeteyi yapanlar arasındaki yetkili köprü anlamına geliyor. Son derece kolektif bir üretim süreci olan gazetecilikte, her çalışan belirli bir organizasyon, belirli bir disiplin altında çalışmalıdır.
İsteyenin istediğini yazdığı bir ortam değildir gazete. Gazeteci, editörün plan ve organizasyonu sonucu ortaya çıkan öneri ve/veya talimatları doğrultusunda çalışır. Gazetecinin yazdığını, okurdan önce okuyan ilk ya da son kişi olarak editör, sayfanın ya da gazetenin tümünden sorumlu olduğu için, gazetecinin de, bütünlüğü, gazetecilik kurallarını ve gazetenin yayın siyasetini oluşturup uygulayan bu yetkiliye, yani editöre karşı sorumlu olması gerekir.
Okura ve editöre karşı sorumluluklar tali, gerçeğe karşı olan sorumluluk ise esastır. Okura ve editöre karşı sorumluluklarını yerine getirmiş olan bir gazeteci, gerçeği değil yanlışı ya da yalanı aktarıyorsa, görevini yapmıyordur ve aslında üç sorumluluğundan ikisini değil hiç birini yerine getirmiyordur. Çünkü okurun da editörün de sorumluluktan anladığı ve talep ettiği esas şey, gerçeğin aktarılmasıdır.
Yirmi yılı aşkın bir süredir izlediğim Fransızca ve İngilizce basın literatüründe ve uygulamalarda, gazetecinin bu üç sorumluluğu dışında, "Gazeteci, işverenin çıkarlarını kollar" benzeri herhangi bir kayda rastlamadım.
Hoş, buraya kadar aktardıklarım, işin teorik yanı. Batıda da çoğu Genel Yayın Yönetmeni ve gazeteci, özellikle medya çağında, işverenin çıkarlarını gerçeğin, kamu çıkarının, okur ve editör sorumluluğunun üstüne koymuş durumda.
Yakında Türkçe çevirisi de yayınlanacak olan "The Elements of Journalism" başlıklı kitabın yazarı Bill Kovach'ın, Atlanta'da Coca Cola'ya dolaylı olarak kafa tutarak işverenin ticari çıkarlarına muhalefet edip özgür gazeteciliği meslektaşları ve okurlarıyla birlikte savunması aslında son derece doğal ve normal bir davranış iken, bu olay Amerikan basın tarihinde tabi ki olumlu ama olağanüstü bir tutummuş gibi yansıtılır.
İki değişik gazeteci tipi: ikisi de gazeteci değil
Gelelim şimdi bizdeki transfer meselesine.
B holdingi, reyting rekorları kıran televizyonunun yöneticisine teşekkür ediyor ve A holdinginin yönetmenine kapılarını açıyor. Bir iddiaya göre, reyting rekorları kıran yönetmen, bankaya el konulmasının ardından holdingin çıkarlarını yeteri kadar iyi savunamamış.
A holdinginin yönetmeninin seçilmesindeki esas faktör de buymuş. Çünkü şunu da kabul etmek gerekir ki, reyting kralı, her ne kadar haber kategorisinde değerlendirilmemek gerekirse de, ince ve kasıtlı "bilgisizlendirme" ve "yanlış bilgilendirme" yerine, şok-eğlence-garabet üçgeni çevresinde turlayıp belirli bir popülarite kazanmıştı.
Müstafi reyting kralı, tabi ki genel medya sisteminin bir dişlisi olarak rolünü iyi oynuyordu ama A'ya oranla siyasi-askeri ve iktisadi iktidar odaklarının gerçek bir sözcüsü, temsilcisi de değildi herhalde. Reyting kralının gözyaşlı vedasında somutlaşan geçici sonu ayrıca ele alınmalı.
A'nın bir gazeteci olarak temel özellikleri ya da temsil ettiği anlayış, 80 sonrası medya sisteminin örnek bir vakasıdır bence. Yıldızı parlatılan bu yönetmen iki önemli özelliğe sahip: Rahmetli Uğur Mumcu'nun talebesi olduğunu söylüyor. Ve, belki de bu öğrenciliğinin doğal sonucu olarak siyasi iktidarın bir kanadına, istihbarat mekanizmasına ve askeri odağa yakınlığı ile tanınıyor.
B holdingi de bu yönetmenin bu niteliklerinden yararlanmak amacında. milyon dolarlık transfer söylentileri, bu başarılı "gazeteciliğin" ödüllendirilmesi için harcanıyor.
Sadece Türkiye'de değil, neoliberal küreselleşme nedeniyle bütün dünyada gazeteciliğin, gazetecinin tanımı değişiyor. İyi gazeteci artık iyi haber yazan, tüm gerçekleri aydınlatmaya çalışan, kamu çıkarını savunan, siyasi-askeri-ideolojik iktidar karşısında okurun, halkın çıkarlarını savunan kişi değil.
Şimdiki iyi gazeteci, işvereninin, grubunun çıkarlarını iyi savunan gazeteci. Gazeteciliğin olanak ve imtiyazlarından yararlanarak, grubu ile iktidar arasında iyi ilişkiler kuran gazeteci. Ama işte burada dananın kuyruğu, tahlil sürecinde kopuyor!
Çünkü...
Dev aynasında mikro medya
Türkiye'de birçok meslektaşın, akademisyenin, uzmanın hala anlamadığı ya da kabul etmediği önemli bir gerçek var: Medyanın bizatihi bir gücü yoktur. Türk medyasının arkasındaki ideolojik ve iktisadi güçleri çekin, 4 sayfayı bile doğru dürüst dolduramaz.
Türk medyası aslında, siyasi, iktisadi ve ideolojik olarak son derece cılız bir medyadır ancak temsil ettiği, arkasına dayandığı odak ya da odaklar (nispeten) güçlüdür.
Bugün iktidar oyununda, zamanında ve yerinde gerekli esnekliği gösterebilen medya gruplarının uzun süreli ayakta kalma şansı vardır. Asil Nadir'in Güneş'inden Dinç Bilgin'in Sabah'ına kadar her gazete, iktidar odaklarına hizmet ettiği sürece yaşayabildi.
Medya iktidar ilişkisinde, kimilerinin sandığının aksine, medya hiç bir zaman lokomotif işlevi görmemiştir, göremez de.
Şimdi B holdinginin yönetmeni de, yapsa yapsa, holdingini iktidara daha fazla bağımlı hale getirebilir. Belki de kimileri, BDDK'nın açılımının Basını Düzenleme ve Denetleme Kurulu olduğunu düşünebilir. "Bankanın yönetimi değişti, medya grubununkini de değiştirelim!"
Ankara'nın taşına bak / Gözlerimin yaşına bak! (RD/NM)