Su başında durmuşuz.
Su serin,
Çınar ulu,
Ben şiir yazıyorum.
Kedi uyukluyor
Güneş sıcak,
Çok şükür yaşıyoruz
Nazım Hikmet Ran’ın “Masalların Masalı” şiirinden bir bölümle, 5 Ocağa ne kaldı ki!
Ne olmuştu sahi 5 Ocak’ta!
1951 Yılında Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkarılan Nazım Hikmet, 58 yıl aradan sonra yine bir Bakanlar Kurulu kararıyla resmen Türk vatandaşı olmuştu.
5 Ocak 2009’da Nazım hariç, hepimiz bunu okuduk, Resmi Gazete’de. Sadece biz mi? Uzaktaki o yazar da okumuş. O yazar için “Dünyanın Vicdanı” diyorlar. Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın ete kemiğe bürünüp dünya toprağında yürüyen ruhu…
Yazdıklarında hüzün, çaresizlik, doğaüstü imgeler, dostluk ve Latin Amerikalıların vazgeçilmezi futbol yan yanadır. Gazeteci olarak başlamış olmanın alışkanlığı belki; yalın, kısa, vurucu sözcüklerle ifade etmeyi çok iyi biliyor olması. Ya da kelimeyi ve onun çağırdıklarına olan inancı, hepimizi ikna edip büyüleyecek kadar samimiydi. Taa Latin Amerika’dan buraya söylemek istediklerimize kalem olmuş olmasının nice örneği vardır da! Birisi bizi, bizden iyi tanıdığına örnektir. Yılın her gününe ayrı bir hikaye ayırılarak yaratılmış olan...
Ve Günler Yürümeye Başladı*
Takvim formatında yazılmış bir kitaptır. Yazar bu kitabında da başka kitaplarında olduğu gibi yine sisteme direnmiş, emperyalizmi karşısına almış, insanları ve olayları kısa kısa anlatmış. Bu kısa anlatılar içinde bulunan, bizi bizden de iyi tanıdığını bana hissettirmiş olan 6 Ocak tarihli o sayfada şunlar yazar;
“Türkiye 2009 yılında, daha önce vatandaşlıktan çıkarılmış olan Nazım Hikmet’i vatandaşlığa geri aldı ve hem en sevilen hem de en nefret edilen şairinin Türk olduğunu kabul etti.”
Devamında şairin “vasiyet” adlı şiirinden bir bölüme yer veren tarihsel ajandanın payımıza düşen kısmı sadece bu kadar da değildi.
Belki de bir “resmi” kararla ülkesine geri döndürüldüğü varsayılan şairin, yazının başında bir dörtlüğünü verdiğim şiirinden bir bölümle devam etmek benim açımdan uygun olanı. Eğer demiri dövüp şekil veren bir usta olmuş olsaydı, demirin dövülürken çıkarttığı sesi ya da kızgın ateşin içindeki parlaklığını göstermek isterdim. Ama karşımızdaki bir şairdi. Sözü dört duvar arasında, sürgünde, sevgilinin kollarında döve döve ince ince işlemişti. Yarasını açık edip insana yarasını açık edip insanın, ulaştırmakta usta değil miydi? Sözünde yükünü sırtlayıp direnmemiş miydi? Hem kendi içindeki sesten hem de dış seslerden. Kolaya çağırmaz mı iç sesimiz? Bazen de yenilip vazgeçilmez mi? İşte onlar direnmişti.
Su başında durmuşuz.
Önce kedi gidecek,
Kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim
Kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek
Kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek,
Güneş kalacak,
Sonra o da gidecek…
Bu sıralamaya ne denli uyuldu. Şairin ülkesinden sürgünlüğe gidişi 17 Haziran 1951 sabahına denk düşer. 20 Haziran 1951 Bükreş Radyosu’ndan duyurulur, Romanya’ya vardığı. 3 Haziran 1963 sabahı Moskova’daki evinde öldüğünde 62 yaşındaydı.
12 yıl sürgün, 12 yıl 7 ay hapis ve bir ömürden fazlasına yetecek şiirler kalmıştı.
Bir de uzaktaki mezarı.
Galeano 6 Ocak tarihli o sayfaya şöyle yazmıştı:
“Vasiyet adlı şiirini şöyle bitirmiştir.
Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
-öyle gibi de görünüyor-
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.“
Galeano’nun yazdıklarıyla; Nâzım’ın Masalların Masalı şiiri elbet kesişmek zorundaydı. Sade olmak da bir hünerdi! Bilindik kelimelerle ulaşabilmek hem kendine hem de kendin olmayana.
Her güne bir masal gibi uzanan gerçekleri, tarihin tozlu raflarından alıp bize kadar getiren kitap; ulaşmadık coğrafya, çoğaltılmadık ses bırakmayan kısa anlatılardan bir diğerinde de...
Ve Erdal Eren
Erdal Eren’i de yazar 8 Ocak tarihli o sayfada...
Dönemin cumhurbaşkanına asılmasından 32 yıl sonra Erdal Eren’in fotoğrafı gösterildiğinde tanımamış olduğunu da belirtmek gerekir. Ben değil! Galeano bunu da ajandaya not düşer.
Nâzım’a uzakların şairleri şiirler yazdılar. Mesela Neruda, Che öldüğünde çantasında Nazım'ın şiir kitabı bulunmuştu.
20. Yüzyıl şiiri çoğunlukla anlaşılmaz olmayı kendine gaye edinirken, o tarihte sahnede olan şair Nâzım, sade ve anlaşılır sayfalarca şiirler yazdı.
Bunun tarihte örnekleri varsa da pek bir azdırlar. İlyada ve İlahi Komedya’da şiir biçiminde yazılmış uzun kurgulu hikayelerden oluşur.
Nazım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları ve Yatar Bursa Kalesinde gibi kitapları toplumcu gerçekçi edebiyatın sayılı örneklerini barındırır.
Louis Aragon ve Paul Eluard gibi 20 yüzyılın şiir dehaları da Nazım'a övgüler dizmekten, şiirini alkışlamaktan geri kalmamışlardır.
Su başında durmuşuz
Çınarla ben.
Suda suretimiz çıkıyor.
Çınarla benim.
Suyun şavkı vuruyor bize,
Çınarla bana.
Şiir 7 Mart 1958, Varşova-Şvider notuyla kayıt altına alınmış.
Ağaca, suya dokunmuş suretini görmüş şairin yıllar sonra okunuyor olmasının elbet bir birden de fazla nedeni vardır.
Gerekçeleri sorgulamak, sınıflamak ve şiiri tekeline almak, kalıplar... Daha devam edecekti sürgünlük, kendimizden kendimize...
Bilinçli ya da bilinçsiz.
Sözcükler evi*
“Helena Village, rüyasında şairlerin, sözcükler evine girdiklerini gördü.”
Öyle diyordu Galeano, başucu kitabımda.
Şiir azla anlatmaktı uzun hikâyeyi. Sözcükler sıraya girerdi, seçilmek için.
Edebiyat ölümsüzlüğü bulmuş olmaktı. (GB/HK)
* Eduardo Galeano, Ve Günler Yürümeye Başladı, Kasım 2012, Sel Yayıncılık, İstanbul, Çeviri, Süleyman Doğru
* Sözcükler Evi, Eduardo Galeano, Kucaklaşmanın Kitabı, Can Yayınları, Çeviri, Nihal Yeğinobalı
* Masalların masalı, Nâzım Hikmet, Üç şiir, Yapı Kredi Yayınları