1980 askeri darbesinin üzerinden iki yıl geçmişti. Neredeyse şah diyenin dili kesiliyordu. Liseden yeni mezun olmuştum. Memuriyet sınavlarına girene kadar konfeksiyonda çalışmaya başladım.
Batı Beyrut'ta Filistinlilerin kaldığı Sabra ve Şatilla kamplarında bir katliam yapılmıştı; çoğu çocuk, kadın ve yaşlı Filistinli öldürülmüştü. Hatta daha sonra İsrail başbakanlığına da getirilen, dönemin savunma bakanı Ariel Şaron'un adı bu katliam nedeniyle "Beyrut Kasabı"na çıkmıştı. Şaron 2006'dan beri, başbakanken geçirdiği beyin kanaması nedeniyle girdiği bitkisel hayatta.
Çalıştığım atölyede Sabra ve Şatilla katliamı nedeniyle lafı uzatmadan birkaç sözcükle üzüntümü dile getirdim. Ancak o kadar çok tepki aldım ki, ustabaşımız Filistinlileri de beni de komünistlikle suçladı. "Onlar Müslüman değil" diye, bizi "ayaz"da bıraktı. Sonraki günlerde de epey zor günler yaşadım.
İHH öncülüğünde Gazze'ye gönderilen gemilerin haberini TRT'de izlediğimde bir yargım vardı. "Devlet televizyonundan verilen haberler ile insani yardım gemisi siyasi." O yüzden ilgilimi hep mesafeli tuttum. Ta ki o saldırı anına kadar.
İlk tepkim "eyvah savaş çıkaracaklar" oldu. Sonrası televizyonlarda izlediğimiz kıyamet. Siyasilerin söylevleri, gazeteci ve büyükelçilerin analizleri. Sonuç olarak hepimizin kafası karışıktı. Belli ki geçmiş zaman içinde bu ders çalışmamış, ortada kalınmıştı.
Günlerimin çoğunu evde geçirdiğim için kamuoyu nabzını bilmiyorum elbette. Ancak ne yaşadığım apartmanda, ne de yaşadığım semtte bu olayla ilgili en ufak bir tepkiye/gösteriye rastladım.
Yine de televizyon ve gazetelerden epey protesto görüntüleri izledim. Kimisi hükümetin yaptıklarından memnun, kimisi yetersiz buluyordu. Yedi milyon İsrail devletine karşı, yetmiş iki milyonluk Türk devleti yenildi, diyenler bile oldu.
Herkesin niyeti savaş uçakları/gemileri kaldırmaktı ama, kimse buna "cesaret" edemedi! Bir süre sonra da yorumcular birbirini hainlikle suçlamaya başladı. Artık tüm bunlar benim de bilgimi aşmıştı.
Ancak ne olmuştu da geçmişte beni ilgilendiren bu davaya başkaları sahip çıkıyordu? Gerçi bu tür davalara herkes sahip çıkabilir, hatta çıkmalı da. Sorun benim niye canı yürekten sahip çıkmadığımdı.
Zaten televizyon ekranında izlediğim kalabalığın içinde kendime yer de göremedim. Kalabalık da benim gibileri istememişti. Kanallardaki haberlerden böyle bir sonuca vardım nedense.
Bu arada yaralılar ve tutuklular Türkiye'ye dönmeye başladı. İşte o zaman derinden sarsıldım. Ne olursa olsun "insanlık onuru işkenceyi yenmeli". Bir kadın muhabir ağlıyordu:"Bizi çırılçıplak soydular!"
Ne kadar tanıdık bir işkence yöntemi, değil mi? Yaralıların ve ölülerin üstüne basmışlar. Fotoğraf çekenleri bile öldürmüşler. On dokuz yaşında bir genci başından dört kurşunla vurmuşlar. Niteliği belirsiz sıvılar içirmişler. Fiziksel ve psikolojik şiddet uygulamışlar.
Bunlar yetmezmiş gibi, İsrail halkından gelen yoğun bir nefret söylemi var. Daha düne kadar kendilerine yakın gördükleri insanlardan bu kadar kısa sürede nasıl uzaklaştılar?
Geminin zaptedildiği gece NTV Haber Müdürü Mete Çubukçu neredeyse haber yapamayacaktı. Bir grup İsrail halkı zafer çığlıkları atıyordu. Başbakanları altı kişiyi öldüren askere şükran madalyası takıyordu.
Aslında benzer söylemler bu tarafta da var. Din ve milliyetçilik eksenli bir söylemin esiri olmuşuz. Her iki devlet yetkilileri de birbirlerini hedef alarak, karşı tarafın halkını sevdiğini söylüyor.
Gösteriler ise hiç de barışçıl değil. Yoğun bir propaganda savaşı yürütülüyor. İsrail kendini haklı çıkarmak için Komor adalarının bayrağı çekilmiş gemiyi barışçıl bir şekilde ele geçirdi bile!.. İHH'yı teröristlikle suçladı.
Türkiye, İsrailli sorumluları, politikacıları Türkiye'de yargılayacak, olmazsa İsrail'den yargılama isteyecekmiş.
Keşke savaş ve insanlık suçu işleyen herkes her ülkede yargılanabilse.
Sonuçta beni kendime getiren şey, savaşsız bir dünya için halkların kardeşliğine inanmamız gerektiğidir. (PT/TK)