12 Eylül 1980 darbesinin zulmünü yaşayanlar 2012 yılının 4 Nisan sabahında Ankara Adalet Sarayı’nın önünde toplandılar.
Her biri, öldürülen sevdiğinin hayat hikayesini ve birlikte yaşanamayan zamanlarını alıp geldi. Öfkesini, acısını ve yarasını alıp geldi. Gençliğini ve işkence izlerini alıp geldi. Arkadaşının, eşinin, babasının, annesinin, oğlunun, kızının fotoğrafını alıp geldi. Düşlerini ve güzel günlerin geleceğine dair inancını alıp geldi.
Ne ki yargılanacak sanıklar gelmedi o gün o sarayın bahçesine.
Pankartlarıyla ve söyleyecekleri sözleriyle beklerken, ellerinde, hep genç kalan fotoğrafları duruyordu arkadaşlarımızın. Şimdi içinde yaşadığımız düzen gerçekleşsin diye bedeni ya da yaşama sevinci öldürülenlerin yakınları darbecilerden hesap sorulmasını istiyordu. İnsanlığa karşı işlenen suçtan söz etmeyen iddianameyse, darbe yapmaya nasıl da mecbur kalındığını anlatıyordu sanki.
Hastaneye sığınan iki ihtiyarın katilliğini eskitmiş miydi geçen yıllar? Cuntacıların şimdi beşi bir yerde 25 kuruşa satılan fotoğraflarını soldurmuş muydu nisyan ile malul hafızalar?
Kasetlerle güncellenen Eylül
Aradan geçen senelerin çokluğuna karşın, uygulanmamak üzere değiştirilen birkaç maddesi dışında 1980 Anayasası’na göre düzenleniyor hayat hala. Bütün kurumlarıyla sürüyor, düşünceye ve düşünen insana tahammülsüz sistem. Adalet ve vicdan kelimeleri sözlük sayfalarında pörsüyüp turşulaşmayı sürdürüyor.
Gezi Parkı isyanında yüreklerimize saklayamadığımız altı delikanlının acısından aklımız tutuşuyor. Roboski’de parçalanan bedenler gözlerimizin önünde kanıyor. Hrant Dink tabanı delik ayakkabısıyla yüzükoyun yerde yatıyor. Maraş’ta ve Sivas’ta kan döken canavarlık, zaman aşımının karanlığında beslenip büyütülüyor hala.
Sürüyor 12 Eylül, yayılarak enine boyuna ve kök salarak. Çoğunluk için yokluğu yoksulluğu, azınlık için varlığı varsıllığı arttırarak. Rant uğruna, ağaçtan çiçeğe, insandan hayvana bütün canlıların var olma hakkını hayatın hücrelerinden kazıyıp atarak.
Paylaşamadığı iktidarı bırakmamak için açgözlülüklerini ve çirkinliklerini kasetlere kaydedip birbirlerinin üzerine atanlarla kendini güncelliyor. Ve halkı dayakla, gazla, ölümle terbiye etmeye kalkışıp, kendi hayatına seyirci kılmaya çabalıyor.
İnşaat, maden, enerji, emlakçılık, taşımacılık ve benzeri ve benzemezi her sektördeki işlerinin arasına dergi, gazete, radyo, televizyon kanallarını da sıkıştıran medya gruplarına “haber inşa ettiriyor”.
Ana akım medya deyince “alo fatih” hitabını getiriyor akıllara ve gençlerimiz karanlık sokaklarda öldüresiye dövülürken, penguenlerin cinsel yaşamına dair bilgilerimizi derinleştiriyor.
Ayağa kalkacak sanığı olmayan dava
Askeri dönemde işkence gören binlerce kişi adalet sarayının önünde, diyordu aynı medya mensuplarının haberleri, ilk duruşma gününde.
İnsanların ve halkların onurunu çiğneyen dönemlerin bir daha yaşanmaması için, darbecilerin kendi zalimlikleriyle yüz yüze geldiklerini görmekti benim de istediğim. Ve kötülük gibi iyiliğin de bulaşıcı olduğunu düşünmemdi. Yine de, sevdiklerimin fotoğraflarını elime alıp da muktedirin vitrinine çıkmayı içime sindiremediğimden, müdahillik talebinde bulunmamıştım. Kimin kimi yargılayacağı ve kimin kime hesap sorup hesap vereceği sorularının yanıtlarında sırtaran samimiyetsizlikte yolumu yitirmek istememiştim.
İki ağır sene geçti aradan. Bir sonraki duruşma, kanunla yetkileri kaldırılan 12. Ağır Ceza Mahkemesinde, bugün görülecek.
Yeşilçam filmlerinin mahkeme sahnelerinde bile sanık sandalyesinde oturan bir zanlı olurdu mutlaka ve pos bıyıklı sevecen hakim ona bakarak “sanık ayağa kalk” derdi. 12 Eylülü yargılamak savıyla yapılan bunca duruşma gelip geçti ve ayağa kalkacak sanık yok hala.
Hepimiz tanığız oysa, ne çok zanlı dolaşıyor, biz dışarıdakilerin yaşadığı bu koca hapishanenin gazete sayfalarında ve televizyon ekranlarında… (Gİ/HK)