Agos Gazetesinin kurucusu ve genel yayın yönetmeni Hrant Dink, 19 Ocak 2007 tarihinde gazetenin önünde alçakça işlenen bir cinayetle hayatını kaybetmesinin üzerinden akıp geçen yılların yargıya etkisizliğini bir yana koyalım…
Resmi Gazetenin 12.11.2014 tarihli ve 29173 sayılı nüshasında yayımlanan Anayasa Mahkemesinin Hrant Dink hakkındaki (Başvuru Numarası: 2012/848, Karar Tarihi: 17.7.2014) Birinci Bölüm Kararına bir de “esas” yönünden bakalım.
Adalet Bakanlığı Başvurucuların iddialarına karşı görüşünü bildirirken soruşturmanın etkililiği bakımından AİHM kararından sonra yargılama süreçlerinde yeni gelişmelerin kaydedildiği belirtilmiştir. Ne gibi bir gelişme varsa…
Aslında bir arpa boyu yol alınmıştır ama daha yol bitmemiştir ve bitecek gibi de değildir.
Bakanlık, soruşturmanın kamuya veya mağdurun yakınlarına açıklığı şartının, “usule uygun aşamalarda” karşılanabileceği ama Sözleşme'nin 2. maddesinin, soruşturma makamlarına, soruşturma sırasında ölenin yakınlarının bazı soruşturma tedbirlerinin alınması için yaptıkları her talebi karşılamaları şeklinde bir yükümlülük yüklemediğini ileri sürmüştür. Bakanlık, duruma göre “açıklık” kabul ediyor. Ceza muhakemesinde sıralı işlemler bakımından “bazı hallerde” belge incelenmesine izin verilebileceğini kabul ediyor ve takdiri Anayasa Mahkemesine bırakıyor. Bakanlık açıklamalarına karşılık Başvurucular haklı olarak; soruşturma dosyasının kısıtlılık kararı nedeniyle erişimlerine kapalı olduğunu, bu nedenle soruşturmaya dâhil edildiklerinin söylenemeyeceğini, tüm belgelere erişimlerinin gerekçesiz ve keyfi olarak mutlak bir biçimde yasaklanması, soruşturmanın makul bir özen ve hızla yapılmaması, soruşturmanın kendilerine ve kamuoyuna açıklanmamasının etkili soruşturma yükümlülüğünü ihlal ettiğini belirtmişlerdir. Doğru söze, haklısınız denir.
Anayasa Mahkemesinin izlediği yönteme göre bazı genel kabuller şöyle sıralanmaktadır:
Öncelikle Anayasa'nın 17. maddesindeki yaşam hakkı kapsamında, devletin, yetki alanında bulunan hiçbir bireyin yaşamına kasıtlı ve hukuka aykırı olarak son vermeme, yani negatif yükümlülüğü vardır. Öte yandan devlet, pozitif yükümlülük olarak, yine yetki alanında bulunan tüm bireylerin yaşam hakkını gerek kamusal makamların, gerek diğer bireylerin, gerekse kişinin kendisinin eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere karşı koruma yükümlülüğü altındadır Devlet, bireyin maddi ve manevi varlığını her türlü tehlikeden, tehditten ve şiddetten korumakla yükümlüdür. AYM kararında atıf yaptığı bir çok kararı ile bu görüşünü çok net ifade etmiştir.
O halde Anayasa'nın 17. maddesi Devlete; elindeki tüm imkânları kullanarak, yaşam hakkını korumak için oluşturulan yasal ve idari çerçevenin gereği gibi uygulanmasını ve bu hakka yönelik ihlallerin durdurulup cezalandırılmasını sağlayacak etkili idari ve yargısal tedbirleri alma görevi yüklemektedir. Bu yükümlülük, kamusal olsun veya olmasın, yaşam hakkının tehlikeye girebileceği her türlü faaliyet bakımından geçerlidir.
Bireysel Başvuru kararında; “… Meydana gelen ölüm olaylarında Devlet görevlilerinin ya da kurumlarının bu konuda muhakeme hatasını veya dikkatsizliği aşan bir ihmali olduğu, yani olası sonuçların farkında olmalarına rağmen söz konusu makamların kendilerine verilen yetkileri göz ardı ederek tehlikeli bir faaliyet nedeniyle oluşan riskleri bertaraf etmek için gerekli ve yeterli önlemleri almadığı durumlarda, bireyler kendi inisiyatifleriyle ne gibi hukuk yollarına başvurmuş olursa olsun, insanların hayatının tehlikeye girmesine neden olan kişiler aleyhine hiçbir suçlamada bulunulmaması ya da bu kişilerin yargılanmaması 17. maddenin ihlaline neden olabilir” denilmiştir. Aslında “neden olabilir” değil, ülkemizde süreklilik kazanan bir “neden olma” durumu ve sorunu vardır. Kararda bu açıklıkla yazılmalıydı. Yani, “insanların hayatının tehlikeye girmesine neden olan kişiler” hakkında soruşturma açılmamasının sürekli cezasızlık ortamı yarattığı bilinen ve en azından hissedilen bir gerçektir.
Önemli tespitlerden birisi de şudur: Hrant Dink ile ilgili AİHM kararında da vurgulandığı üzere, cinayetin ardından İstanbul Cumhuriyet Savcılığınca, maktulün yaşamının korunması yükümlülüğünün yerine getirilmesinde ihmali bulunan memurlar ve kamu görevlileri bağımsız adli birimlerce soruşturulmamış ve olaydaki rollerinin belirlenmemiş olması soruşturmanın etkililiğini zayıflatmıştır. Özellikle Hrant Dink'in öldürülmesi sürecinde sorumluluğu olduğu iddia edilen kamu görevlileri ile ilgili soruşturmaların sistemik ve uygulamadan kaynaklanan bazı sorunlar nedeniyle istenilen seviyede tarafsız, etkin, düzenli ve hızlı sürdürüldüğünü söylemek mümkün değildir.
Mümkün değildir değil, hiç mümkün olmamıştır ki! Asıl şu soru sorulmalıdır; ihmali bulunan memurlar ve kamu görevlileri bağımsız adli birimlerce “neden ve hangi gerekçelerle” soruşturulmamıştır? Kararda, bu soru açıkça sorulmuş olmalıydı, sorulamadı anlaşılan!
Kararda; Hrant Dink'in öldürülmesi sürecinde, 4483 sayılı Kanun'un öngördüğü soruşturma usulünün yaşam hakkının korunması bakımından kamu görevlilerinin muhtemel sorumluluklarını ortaya çıkaracak etkili soruşturmanın yapılmamasına neden olduğu “söylenebilir” yazılı. Kanun hakkındaki tespit çok doğrudur. O zaman kararda “söylenebilir” demeye gerek yoktur. Bu kanun ile öngörülen soruşturma usulü etkili soruşturma yapılmasına engeldir. Açıkça durum buysa eğer; “söylenebilir” demek yerine açıkça “söylenmelidir” ve böyle yazılmalıdır.
Çok daha önemli tespit şudur: “Buna göre gerek kamu görevlilerinin yargılanmasına ilişkin mevzuatın uygulanmasında gerekli özenin gösterilmemesi ve kamu görevlilerinin soruşturulması hususunda izlenen yöntemlerdeki hatalar gerekse de adli birimlerin yeterince hızlı ve özenli davranmamaları sebepleri ile; olay kapsamında ihmalleri olduğu ileri sürülerek kimlikleri tespit edilen İstanbul ve Trabzon'daki kamu görevlilerinin cinayetin üzerinden uzunca bir süre geçmiş olmasına rağmen halen ifadelerinin bağımsız adli birimlerce alınamadığı, olaydaki rollerinin saptanamadığı, öldürülenin yakınlarının ancak kendi çabalarıyla soruşturma sürecinden haberdar olabildikleri ya da katılabildikleri, soruşturmanın makul bir özen ve hızla yapılamadığı anlaşılmış olduğundan, hakkın özüne zarar verecek şekilde yürütülen bu soruşturmanın bir bütün olarak etkisiz olduğunun kabul edilmesi gerekir.”
Karara göre; “Hrant Dink cinayetinde sorumlulukları ve ihmalleri olduğu iddia edilen Trabzon jandarma ve emniyet personeli ile İstanbul emniyet görevlileri ve mülki amirleri hakkında özellikle AİHM kararı üzerine yeniden açılan soruşturmanın bir bütün olarak etkili olmadığına ve Anayasa'nın 17. maddesinin öngördüğü Devletin pozitif yükümlülüğünün bir sonucu olan usul yükümlülüğün ihlal edildiğine karar” verildiğine göre, karar buysa; demek ki herkes cinayeti gördü.
Soruşturma açıkça etkisizdir. AYM’nin bu kararı ise mutlaka “etkili” olmalıdır.
Soruşturmanın bir bütün olarak düne dair etkisiz olduğunun kabulü acaba bu gün yargıya ne gibi sorumluluklar yüklüyor?
Zamanlar içinde kaybolmuş sorumluluklardan kimi sorumlu tutacağız?
Anayasa'nın 17. maddesinin birinci fıkrasının Devletin usul yükümlülüğü yönünden ihlal edildiğine dair AYM kararı, İstanbul ve Trabzon Cumhuriyet Başsavcılıklarına ve bir örneği de Adalet Bakanlığına gönderildiğine göre; bu kararın infazı veya gereğinin yerine getirilmesinde uygulanacak “usul yükümlülüğü” kime aittir?
Yargı kararının yerine getirilmesinde aranacak olan “hesap verilebilirlik” ve denetim mekanizmalarını kurmadığımız takdirde; kararlarda kullanılan gerekçeye dair dilde “fakir” kalacaktır.
Galiba etkisizleştirilmiş “etkili bir yargısal sistem” kimseyi ve özellikle kamu görevlilerini, mülki amirleri ve en yüksek mülki amirleri dün nasıl hiç etkilemiyorsa; bu günde etkisiz(mi?). (Fİ/HK)