Abdullah Öcalan’ın mektubuna şahitlik eden milyonlar sadece yeni bir yılı değil, üzerinde spekülasyon yapmanın şimdilik oldukça zor olduğu yeni bir dönemi de karşıladılar.
Her Newroz gününü varlık mücadelelerinin bir meyvesi olarak kabul eden, bu heyecanı kalbinde taşıyarak bazen bayrama bazen de gaza, copa, ölüme, yasa giden Kürt halkı, dün bütün dünyayı kendi öz yurdunda kendi bayramında misafir etti.
Dünyanın en büyük televizyon kanalları olağan yayınlarını yarıda keserek Diyarbakır’da okunan dokunaklı mektubun muhataplarına ulaşmasını naklettiler.
Türk basınının tavrı ise -sürecin hassasiyetine dair başbakanlarından aldıkları tavsiyelerin etkisiyle olsa gerek-daha ‘kontrollü’ olsa da mazruftan ziyade zarfı açanın dilini değerlendirecek kadar müşkülpesentti.
Simultane çeviri ile Kürtçe okunan metni Türkçe’ye çevirmek isteyen bir ajansın Pervin Buldan’ın Kürtçesini anlayamadıkları için çeviri yapamayacaklarını belirtmesi üzerine Kürt dili birden yazılı ve görsel medyamızın ilgisine mazhar oluverdi.
Sanki yıllardır çiğnenen sakız değilmişcesine “bakın birbirlerini bile anlayamıyorlar” teranesi televizyonlardan tekrarlandı. Bu sakız inkarcı devlet politikasının izlerini taşımayacak kadar masum olsa belki bu kadar gözümüze batmazdı.
Ama kibre bulaşmış bir müstehzilikle Kürt uzmanlarının ‘Kürtçenin bu durumu Kürtlerin birlik olamayacaklarının ispatıdır’ yollu neden-sonuç ilişkilerini alt üst eden yorumları Kürt halkının uğradığı haksızlığı bir kez daha su yüzüne çıkardı.
Oysa alanı dolduran milyonların hepsi Türkçe bilirken yıllardır et-tırnak edebiyatı yapanların ‘kardeşlerinin’ dili karşısında lal kalmaları kimsenin dikkatini çekmedi.
Dünyanın tüm dilleri gibi insanlık mirası olan dillerini tavan arasına saklanmış kasetlerdeki türkülerden gizli gizli duyan bir halk için Pervin Buldan’ın Kürtçesi ile Öcalan’ın mektubunu dinlemek anlaşılsa da anlaşılmasa da bir onurdur.
Çünkü o bozuk Kürtçeli kadın, yıllarca televizyon dizilerinde bozuk Türkçe ile resmedilen ‘doğuluların’ antitezidir. “Anlıyorum ama konuşamıyorum” dediğimiz, miras aldığımız ama emanetini koruyamadığımız dilimizin asimilasyon işkencesinden nasıl çözülmeden çıktığının göstergesidir.
Evet Kürtçemiz bozuk, evet birbirimizi anlamıyoruz. Öğrenmek istediğimizde karşımıza ne işe yarayacaklar, biz biliyoruz da ne oldular çıktı çünkü.
Belki de binlerce yıldır evlerimizde konuşulan bir dili öğrenmek için, üstelik “bir işe yaramayacağını” bile bile, belki de şu meşhur Kürt inadımızdan her hafta sonu izbe kurslara taşınmak ne demek bilir misiniz?
Peki o kurslara giderken bir yandan bir şeye sahip çıkmanın gururunu bir yandan elinden zorla alınmış bir hakkın ezikliğini taşımanın ne demek olduğunu anlayabilir misiniz?
Bir gün mutlaka mutlak bir barış kendini gösterecek.
Umuyor ve diliyorum ki bugün bir adım yakınız, yarın bir adım daha yakın olacağız.
Biliyorum ki o gün bir yüzyıldır dünyanın en yoğun asimilasyon politikalarından birine laboratuar olan bu coğrafyada hiç kimse dilimiz üzerinde küstahlık yapma hakkını kendinde bulamayacak.
Bilhassa Pervin Buldan’ın kötü Kürtçesinde sorumluluğunu görmek istemeyen, hem suçlu hem güçlü kabilinden gevezelik edip üzerine bir de dalga geçen içselleşmiş sömürgeci zihniyetle hesap çoktan kesilmiş olacak.
Kürtler kırık şiveleriyle konuştuklarında ‘hay dilini eşek arısı soksun’ diyenlerin iğnelerini dilinden çıkarmaya başladı.
Milyonların önünde Kürtçe okunan mektup ve o mektuba gelene kadar verilen mücadele bunun güvencesidir. Çünkü her daim olduğu gibi yeni açılan sayfada da “Savaşımız adaletsizliğedir”. (SK/HK)
Fotoğraf: İbrahim Yakut - Diyarbakır / AA