Tacizle mücadelenin yolu tacizden kaçmak için saklanmaktan değil, tacizi ve tacizciyi deşifre etmekten geçiyor.
Tacize karşı kadın grupları oluşturmaktan, yaşadığımız deneyimleri birbirimizle konuşmaktan, karşı çıkışlarımızı paylaşıp birbirimizi güçlendirmekten geçiyor. Biz sesimizi yükselttikçe, biz birbirimizle dayanışıp, destek oldukça saldırganların cesaretleri kırılacak ve dünya daha yaşanılır bir yer haline gelecek.
KESK
Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu'ndaki (KESK) taciz vakasını, iki hafta önce Ankaralı 'feministbiz' grubunun üyesi olduğum mail grubuna gönderdikleri metin ile öğrendim. Olaydan hem aylar sonra hem de KESK dışındaki bir yapı aracılığı ile haberdar oldum.
Altı-yedi aylık bir meseleyi daha önce şube yöneticiliği de yapmış birisinin bile çok sonra öğrenmiş olmasından, taciz dilekçesinin / iddiasının üstünün bir şekilde örtülmeye çalışıldığı anlaşılıyor.
Olay, üç sene kadar önce Sosyalist Demokrasi Partisi'nde yaşananların tıpkısının aynısı. Orada da taciz sorunu parti içinde yedi aylık bir süreci tamamladıktan sonra, sümenaltı edilmesine müsaade edilmemesi için kamuoyuna duyurulmuş, orada da meselenin komplo olduğu dillendirilmiş, esas meselenin başka politik husumetler olduğuna işaret edilmiş, tacize uğrayan arkadaşlar birilerinin piyonları ilan edilerek tekrar tekrar mağdur edilmiş, yine SDP'de de mesele Kürt sorununa bağlanmıştı.
Ancak yukarıda da belirttiğim üzere, hiçbir tacizci suçunu kendiliğinden kabul etmez. Elindeki iktidar onun yaptığını meşru görmesi ve reddetmesi için uygun bir araçtır. Tüm taciz vakalarında 'komplo' sözcüğüne sığınılır.
KESK Kadın Sekreterliğinin değil KESK Kadın Sekreteri Songül Morsümbül'ün açıklamasına gelir isek; tamamen kadın kurtuluş mücadelesinin kazanımlarına gölge düşüren, erkeği kollayan, grupsal ilişkilerin her seferinde kadınları mağdur ettiği bir yaklaşımla yazılmış.
"Kadının kendi rızası vardı" iması, tam da üçüncü sayfalarda gözümüze sokulan tecavüz faillerinin dilini andırmıyor mu? "Kendi istedi", neredeyse her tecavüz şikayetlerinde kullanılan savunma cümlesi değil midir?
Bununla birlikte "Bu, muhalif hareketin, Kürt sorununun yükseldiği, dillendirildiği dönemde kuruma yönelik bir saldırıdır" benzeri açıklamalar da (ki bugün Emirali Şimşek'in açıklamasında da altı özellikle çizilmiştir bu cümlenin) tamamen zaaflıdır.
Bu cümle, "Kadına karşı şiddet / suç her zaman önemsizdir" bakış açısının bir yansıması, ülke gündemindeki pek çok farklı konunun kadınlara dair konulardan daha öncelikli, önemli olduğuna işaret etmektedir.
Ayrıca koskoca bir sendikanın kadın sekreterliğine mi düşmüştür erkeğin taciz etmediğini anlatmak?
Üstelik, "İddia soruşturulmuştur" deniliyor ama soruşturmayı yürüten KESK'in kurulları değil. Bu örgütün bir disiplin kurulu var. Tüzüğünde de açıkça 'kadının beyanının esas alınacağı' yazılmakta.
Hukuk hiçe sayılıyor, bu madde yok kabul ediliyor, KESK'in içinde yer alan gruplardan biri, tacizle suçlanan kişinin kendinden olması anlayışıyla altı kişilik bir "soruşturma kurulu" oluşturup mağdur kadınla görüşüyor.
Hani kadının beyanının esaslığı? Bu yapılan, mağdurla görüşüp tacizi ispatlamasını beklemektir.
Tüzük maddesi hiçe sayılmış, KESK kurulları yok sayılmıştır.
Kendisi hukuksuz davranan bir örgüt, kendisi adil olamayan, kendi tüzüğünü işletmeyen bir örgüt devletten hukuk, adalet ve yasal süreç nasıl bekleyebilir?
Bunlar, örgütleri "aile" gibi görmenin sonucudur aslında. "Baba (erk) her şeyi yapabilir, etrafa rezil olmadan kapatalım", anlayışı bu.
Kadına karşı her türlü şiddet başlı başına politik bir sorundur. Erkek egemenliğinin hüküm sürdüğü tüm yapılarda da taciz ve tecavüzün mümkün olduğunu biliyoruz. Ne KESK ne de başka bir muhalif örgüt de bundan azade.
Meselenin BDP ile feministler arasında yürütülen bir kavga gibi gösterilmesi ise tamamen manipülasyon. Olayın BDP ile ilişkisi anlaşılır gibi değil.
Feminist politika her türlü ezme-ezilme ilişkisinde taraf olunması gerekliliği üzerinden şekillenir. Kadın sorunu da her türlü sınıfı, etnik kökeni, cinsel yönelimi kesen bir sorundur. Feminist politika, kadın bedenine karşı her türden saldırı, başka hiçbir koşul aranmaksızın taraf olmayı zorunlu kılar.
KESK Genel Başkanı Sami Evren ve MYK üyesi Adnan Gölpınar'ın istifaları ise kimilerince olumlu karşılanmış olabilir. Baskıya dayanamayarak istifa etmiş olmaları, elbette, kadınların kazanımıdır. Ancak yedi aydır bildikleri bir konunun konfederasyonun hiçbir zemininde dillendirilmeksizin sümenaltı edilmesine göz yummaları, disiplin kurulunun işletilmemesi gözönüne alındığında her ikisinin istifaları da politik manevra gibi görülebilir.
Bunca aydır yok sayılan bir mesele Ankaralı feminist arkadaşlarca dillendirildiğinde istifa edilmesi pek samimi olmasa gerek. Biliyorsunuz yakında sendikanın seçimleri var. Hangi pazarlıklar dönecek, bu sorun kimi koltuğundan edip, kimi koltuklara taşıyacak üzerinden mesele ele alınır ise bu tamamen bu sendikanın kaybetmesi anlamına gelir.
Hiçbir etik kalmamış demektir. Yıllardır kadınların büyük emekler verdiği mücadele tarihi erkek egemenliğine ve grup reflekslerine heba ediliyor demektir. 25 Kasım'ların, 8 Mart'ların bu örgütte göstermelik olduğu, namus cinayetlerinde taraf olunmasının puan kazanmak üzere ele alındığı, kadınların, kadın sekreterliklerinin 'vitrinlik kadın' imajını içerdiği söylenebilir bu durumda.
Buna karşı mücadele etmek bu örgüte emek vermiş, Türkiye kadın kurtuluş mücadelesinin içinde yer almış tüm kamu emekçisi kadınların hakkıdır, borcudur.
Bu bağlamda, tüm MYK istifa etmeli. Yeni yönetim seçilmeden/seçilse de disiplin kurulu biran önce işletilmelidir.
Bundan sonraki süreç, bu baskıyı örgütlemek üzerine şekillenecek. Tacizin yanında yer alan herkes, bu meselenin altında kalacaktır.
* Ebru Yıldırım'ın yazısının tam metnini okumak için tıklayın.
* Ebru Yıldırım, Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) İstanbul 3 No'lu Şube Üyesi