Muhafazakar-liberal hegemonik bloğun "organik entelektüellerinden" biri olan ve çokkültürcülük, melezleşme ve farklılıkların diyalogu bayraktarlığı yapan Hasan Bülent Kahraman yıllar önce "kentin halk kesimi" ile "Etiler kesimini" karşılaştırırken şöyle yazmıştı:
"Büyük nüfus hareketlerinin getirdiği kent işgalleri ortalığı kasıp kavuruyor. İstanbul'da çıkın Beyoğlu'na, inin Etiler'e, gidin Boğaz'a karşılaşacağınız kitle bir güruh olacaktır. İşsiz güçsüz, başıboş, karamsar ve karanlık bir kitle kentin içinde salınmaktadır... Ve artık 'İstanbul ağrısı' başka bir şey değildir. O kütle ne kültür ne coğrafya olarak İstanbul'la ilişkiliyken kentlilik bilincini kim, nasıl oluşturacak?.. Kent sadece karnınızın doyduğu yer değildir. 'Ben'inizi, 'ego'nuzu doyurduğunuz yerdir. Bu da para kazandığınız yerde değil ancak harcadığınız yerde oluşan bir duygudur. Kaldı ki, 'gerçek kentli' için mutlaka 'şu' değildir kent; içinde kendisini fantezileriyle yaşayabildiği, var edebildiği, ona bu olanağı sunan her yerdir onun kenti... Etiler galiba bunun için kent. Hem, boşuna mı demişler 'evli evine köylü köyüne' diye."[1]
Çokkültürcü entelektüelimizin "aşağı" olan "kitle" veya "güruh" ile karşılaştığı anda hoşgörüyü bir kenara bırakıp "evli evine köylü köyüne" şiarına sarılması bu hoşgörünün ancak otoriter bir şekilde, "baskıcı hoşgörü" (Adorno) olarak kendini var edebildiğini gösteriyor.
Bu çokkültürcü söylemin kentten kovduğu "güruh" kentte ancak medenileştirilmiş, ıslah ve terbiye edilmiş, ehlileştirilmiş sembolik kültürel temsilleriyle (mutfakları, giysi desenleri vb.) var olabilir. Güvenlikli lüks sitelerde ve kentsel dönüşüm projelerinde yıllardır maddileştirilmeye devam eden böyle bir soylulaştırmayı nihai olarak imkânsız veya sorunlu kılan iki nedenden söz edebiliriz:
Birincisi, "gerçek kentli"nin maddi yaşam süreçlerinin aşağılanan ve kovulanların emekgücü olmadan devam edememesi; ikincisi ise, bu güruhun onun siyasal ve kültürel bilinçdışında bir heyula olarak dolaşmaya devam etmesi ve hatta onun "fantezileriyle yaşamasının" önünde engel olarak görülen bu güruh mensuplarının o fantezilerde üreyen "arzunun karanlık nesnesi"ni cisimleştiren figürler olabilmesidir
Şimdilerde Tayyip Erdoğan'ın -kendisinin vaktiyle kentten kovduğu- "yeni göçerler"in "yoksul da olsalar gelecek umutlarını diri tutabilmelerini" sağladığı yollu AKP methiyeleri[2] düzmekle meşgul olan çokkültürcü entelektüelimiz, "reel öteki" söz konusu olunca alt sınıfları aşağılamanın örneklerini de araya sıkıştırıyor:
"Kadın" bulmanın zor iş olduğunu söyleyen entelektüelimiz, evine girip çıkan gündelikçi kadınlardan "bir kadın türü" olarak söz ediyor ve bu türün "verdiği sıkıntıları" sayıp döküyor.[3] Bu kadınların "lakayt, hatta laubali davranışlarına, serkeşliğine, sakarlığına, dikkatsizliğine, özensizliğine dayanamadığını", "usul erkân öğrenmelerini" bekleyemediği için tez elden yol verdiğini, dostu Ayşe Kadıoğlu'nun "elindeki kadınları" tekrar ve tekrar kendisine ayarladığını anlatıyor.
Kadınların hep hamile kalıp evi terk etmesinden mustarip olan entelektüelimiz, "muamma" sözcüğüne hakkını vererek, kadınların eve gelip kusmasının veya hiç hali olmadığı söyleyerek geri gitmek istemelerinin "ayrı bir muamma" olduğunu da saptıyor!
Entelektüelimizin bu derdinde yalnız olmadığını biliyoruz. Aynı "kadın türü"nün bir başka "çeşidi" olan bakıcı kadınlar hakkında bir başka -ama bu defa kadın- köşe yazarının yazdıklarını hatırlamamız yeter: Dokuz aylık bebeğiyle mavi yolculuğa çıkma "deli cesaretini" gösteren Sibel Arna, bebeğinin bakıcısının denize girmek istemek veya ailesinin de orada olmasını "sayıklamak" gibi "arızalarından" şikâyet etmiş, "o da insan" diyerek "denizi görünce giresi gelmesine" hak verir gibi yapmakla birlikte derhal "çalıştığını unutmaması" gerektiğini hatırlatmış ve bir arkadaşının "tatil köyünde bir saat ortadan kaybolan" bakıcısından bahisle, kendisinin dalma kursuna gitmek isteyen bu kadının kafasını suya tüpsüz gömebileceğini belirtmişti.[4] Her iki örnekte de, sınıfsal hiyerarşinin (sınıfsal kibrin ve horlamanın) yakın dönemin medyatik-kültürel ikliminin mahremiyeti kamusallaştırma (Nurdan Gürbilek'in deyişiyle "vitrinde yaşama") düsturu ile iç içe geçmiş bir şekilde alenen ve arsızca dillendirilmesi ile karşı karşıyayız.
Asıl konumuz olan gündelikçi kadın karşısındaki entelektüelimiz örneğine dönerek vurgulayalım ki gündelikçi kadın modern Türkiye'deki düşünce ve zihniyet tarihinde bir söylem nesnesi olarak sık sık karşımıza çıkar. Ona geçmeden önce, ev emeği ve hizmetçiliğin Batı Avrupa toplumsal tarihindeki sınıf karşılaşmalarında da önemli bir yere sahip olduğunu hatırlatmakta yarar var. Edebiyattaki sayısız örneğini bir kenara bırakırsak, sinemada bu karşılaşmanın türlü biçimlerinin temsil edildiğini görürüz.
Louis Bunuel'in "Oda Hizmetçisinin Günlüğü" (1964) filmi alt sınıf kadınlarının arzu nesnesi olmalarının ve lümpen proleterlerin efendinin malikânesini altüst etmelerinin hikâyesini anlatır. Joseph Losey'in "Hizmetkâr"ı (1963) ise, efendi karı koca ile hizmetkârın rollerinin değişmesinin ve evdeki hiyerarşinin tersine çevrilmesinin yarattığı ürküntü ve korkuya işaret ederek, tehlikeli sınıflar imgesini gözler önüne serer. Claude Chabrol'un "Seremoni"si (1995) de hizmetçi ile yanında çalıştığı burjuva ailenin ilişkisi üstünden "sınıf kini"ni konu eder.
Türkiye entelektüel-kültürel tarihi içinde alt sınıf kadınlarının (cariyeler, gündelikçi ve hizmetçi kadınlar, köylü kadın vb.) hangi biçimlerde temsil edildiğine bakmak Türkiye'de sınıf zihniyetinin oluşum ve dönüşüm biçimlerine ilişkin ciddi ipuçları verebilir. Bu konu ayrı bir çalışmayı hak etmekle birlikte şu kadarını söyleyelim: Bugünün sömürü ve tahakküm düzenine "demokrasi" ve "milli irade" adına alkış tutan muhafazakârların entelektüel gıdalarını aldıkları kaynaklarda bile hizmetçi veya gündelikçi figürü zulmün timsali olarak görünür.
En iyi örnek "koca Anadolu'nun asırlarca bir İstanbul'a hizmetçi hazırlamasından" mustarip olan Nurettin Topçu'nun "Taşralı" başlıklı hikâyesindeki Emine'dir[5]: Çocuk yaştaki kızıyla Şebinkarahisar'dan İstanbul'a gelen Emine, doktor muayenehanelerinde ve evlerinde çalışmaya başlar ama zalim doktorun evinde çalıştırırken hamile bıraktığı kızını kaybeder; sonunda da intihar eder. Remzi Oğuz Arık da, köyünü terk edip şehre gelen köylü kadınının "hedefsiz bir süs ömrü geçiren renksiz adaşlarının uşaklığını, lüks hademeliğini" yapmasından yakınır[6].
Günümüz Türk muhafazakârlığı "mukaddes azabın" sermayeye tahvil edilmesiyle bu gibi romantik imgeleri çoktan unutmuştur tabii. "Şehirlerin paryasından" dem vuranlardan fabrikasında çalışan kadını hakkını aradığı için kapıya koyan "sefil iştahlı"lara geçiş malum olduğu üzere "liberal" bir entelektüel lojistik eşliğinde gerçekleşmiştir. Bu lojistiği sağlayan bir entelektüelin dünyasındaki gündelikçi kadın imgesinin Topçu'nun dünyasındakinden epeyce farklı olmasında şaşırtıcı bir yan yoktur. Ama tabii bir başka muhafazakâr entelektüel olan Samiha Ayverdi'nin hanımına özendiği için "ezel taksimine ve ilahi takdire itiraz ederek haddini aşmış" bulunan cariyeden bahisle dillendirdiği "yerimizi bilelim" ve "sınıf farkı bir yaradılış emridir" şiarları entelektüelimizin dünyasına fazlasıyla yakındır. Fakat bu dünyada, aristokrasi nostaljisiyle yaşayan Ayverdi'nin eserlerindeki patrimonyal vurgudan ("Türk-İslam geleneğinde" "hizmet çemberi içinde olanlara yediğini yedirmenin" ve "hizmetkâr sınıfını kendi hayat şartlarından pek ayırt etmemenin" yeri vb.) bile eser olmaması dikkat çekicidir.[7]
Ama entelektüelimizin hakkını yememek gerekir; kendisi soru da sorar: "Bunca büyük sayıda insanın emek ürettiği bir alanda bu işin örgütlenmemesi izah edilebilir mi?" Lakin yazıdan anlaşılan odur ki buradaki örgütlenme işçinin değil, işin örgütlenmesidir. Ev İşçileri Derneği Girişimi'nin açıklamasında vurgulandığı gibi, akademisyen olan entelektüelimizden yine bir akademisyen olan E. P. Thompson'ınki gibi çalışmalar beklemek boşunadır.[8] Kendisi, evinde çalışan Lakshme'nin belgeselini yapmaya soyunan -ve tabii üst kasttan olan- Hintli entelektüel (Nishtha Jain, "Lakshme ve Ben", 2007) gibi bir meraka da sahip değildir.
Tabii Türkiye'de gündelikçi kadın servisi sağlayan şirketlerin olmamasına değinir ama güvencesizlerin niye örgütlenemediğine ve nasıl örgütlenebileceğine kafa yormasını bekleyemeyiz. Hindistan'da güvencesiz çalışan kadınların örgütlenebildiği bilgisini kendisinden beklemek ise fazlasıyla nafiledir.
İstanbul'da göçmen-yabancı kadın işçi pazarı (bir çeşit "amele pazarı") olduğundan da, özel istihdam bürolarının işlediğinden de bihaber olan entelektüelimiz, "bir tek telefon edip ihtiyacınızı karşılayacağınız, size temizlikçi bulacak şirket, kurum, kuruluş yok" diye şikâyet eder ve hala eş-dost ilişkilerine dayanıldığından dem vurur. Kadim modernleşme paradigmasına başvurarak "tahlilini" de ekler: Türkiye'de altyapı modernleşmiş ama kentsel kültür modernleşememiştir.
Burada da vurgu, kadınların "kentli bir ailenin" ne istediğini bilip ona göre davranmamaları ve ailelerin kadınlardan ne bekleyeceklerinin bilincinde olmamalarınadır. Yine hakkını yememek gerekir; entelektüelimiz "bunların" hayatlarını da sorun eder.
Ama sadece çalıştıkları evlerde gördükleri hayatla kendi hayatları arasındaki farkı nasıl "aştıkları ya da aşamadıkları" açısından! Entelektüelimizin "Öte yandan bunların sigortası yok, hakkı yok, görev tanımı yok, kendilerini koruyacak bir kuvvet yok" dedikten sonra sorduğu "Peki bu iş niye böyle?" sorusunun bir önceki cümleye göndermede bulunmadığı ve emeğin örgütlenmesi veya Türkiye kapitalizmi ile ilgili bir soru olarak sorulmadığı da açık. Zira ardından gelen "modernleşme" açıklamasını buna yoracak olursak, güvencesizlerin yaşadığı sömürüyü onların ve onları istihdam edenlerin "kentsel kültür"den nasiplerini almamış olmalarına bağlamamız gerekecektir!
Fehmi Yaşar'ın 1990 tarihli filmi "Camdan Kalp"in kahramanı olan sinema yönetmeni Kirpi, evine temizliğe gelen Kiraz'ı koca dayağından ve kocasının onun üstüne kuma getirmesinden kurtarmak ister; bunun için de Kiraz'ın yaşadığı gecekondu mahallesine ve "Doğu"daki köyüne gider. Zamanımızın entelektüeli için böyle bir edim düşünülemez bile. Ama Kirpi'nin başkalarının hayatını değiştiremeyeceğini anlaması ile zamane entelektüelinin başkalarını yalnızca kendisi için sorun oldukları ölçüde sorun etmesi arasında bir bağ var tabii. Narodnik bir tarzda "halka gitme"nin eleştirisinin (ve hatta alaya alınmasının) vardığı noktanın kendi kendisiyle meşgul bir sınıf seçkinciliği olması dikkate değerdir.
Öte yandan "Camdan Kalp"te Kirpi'nin yaşadığı hayati tehlike, onun Kiraz'ı kurtarmak istemesinden kaynaklanmıştır. Entelektüelimizin dünyasında ise böyle bir "kurtarma" kaygısı yoktur; bilakis gündelikçi kadının kendisi tehlikelidir. Kimleri eve "soktuğumuzu" soran entelektüelimiz "Herhangi birisinin bir uyuşturucu işi olsa, farkında olmadan sizi de bulaştırsa" diyerek korkusunu açık eder.
Böylece "tehlikeli sınıflar" imgesini dillendiren entelektüelimizin bu korkusunun bir adım sonrası Losey'in "Hizmetkâr"ındakine benzer bir kâbus yaşama korkusudur. Neyse ki oluşumuna katkıda bulunduğu hegemonik blok onu bu tür veya daha beter kâbuslardan korumaktadır. (Şimdilik tabii!) Buradaki göz (erkek) egemenin gözü olduğu için, gündelikçi kadının yaşayabildiği korkuları -sözgelimi yalnız yaşadığı anlaşılan entelektüelimizin evinde başına gelebilecekleri- göremez.
Başta Aksu Bora'nın çalışması olmak üzere[9] Türkiye'deki literatürden bile bihaber olan entelektüelimizin "Hizmetçiler ülkesi" Sri Lanka'dan gelip Suudi Arabistan veya Lübnan'da çeşitli taciz ve eziyetlere maruz kalan -ve hatta Lübnan örneğinde haftada ortalama bir tanesi intihara sürüklenebilen- yüz binlerce kadının yaşadığı korkuyu bilmesini ve dert etmesini beklemek ise ondan çok fazla şey istemektir.[10]
Entelektüelimizin yazısında, Batı'da burjuva tahayyülün kurulmasında hizmetçi figürünün aynı zamanda bir arzu nesnesi olarak kurulmasına paralel bir cinsel atıfla da karşılaşıyoruz. "Halka gitmek" gibi arkaik-popülist kaygılardan uzak olan zamane entelektüelinin Michelet gibi yapması ve evinde çalışan kadınla evlenerek onun içinde saklı olan "halk ruhu"nu açığa çıkarmaya girişmesi beklenemez elbette. Salt emeğe işaret eden "kadın"dan bu kez "genç kız" ve "orta yaşlı kadın" diye söz ederek zihnimizi mevzuya hazırlayan entelektüelimiz, çocukluk yıllarındaki gündelikçi kadınlarla ilgili "mahrem hatıralarının bazılarını sakladığını" ve "belki ileride yazacağını" söylüyor.
Entelektüelimizin hatıralarını bilemiyoruz ama alt sınıf kadınının cinsel gevşekliği, kontrolsüzlüğü, açıklığına ilişkin imgelerin fantezileri besleyebildiğini biliyoruz. O nedenle, entelektüelimizin bu vaadini yerine getirmesi sınıf ilişkileri tarihini yazacak olanlar için elbette yararlı olacaktır. Bu arada, evindeki "binlerce kitabın" içinde burjuva mahremiyetinde hizmetçi kadınla ilgili değinmeler de olabileceğini kendisine hatırlatmamız hatıralarını yazarken işine yarayabilir. Ayrıca Freud'un meşhur ödipal vakalarında rastlanan "domalmış" kadın imgesinin asıl kaynağının burjuva ailesinin erkek çocuğunun bu pozisyonda gördüğü tek kadın olan -dörtayak üstünde- yeri silen hizmetçi kadın olduğu yönündeki tartışmalara bakarak hatıralarına analitik bir boyut kazandırması bile mümkündür.[11] (Yerli malı "temizlikçi kadın fantezileri"ni ve cinsel temsillerini merak edenler internet sitelerinde yazılanlara, sözgelimi ergen bir erkeğin "evde kadın varken odasının kapısını açık bırakarak mastürbasyon yapması" türünden itiraflara göz atabilirler. Melih Cevdet Anday'ın "Aylaklar"ından Yusuf Atılgan'ın "Aylak Adam"ına çok çeşitli metinlerde izi sürülebilecek olan edebiyatımızdaki cariye, gündelikçi ve hizmetçi cinselliği temsilleri ise ayrı bir konu.)
Lakin alt sınıfa ilişkin imgelerin iki yönlü olduğunu, büyülenme ile aşağılamanın, arzulama ile tiksinmenin iç içe geçebildiğini söylemeliyiz. Yani "mahrem hatıralar" ile -ister yukarıdaki türden tehlike algıları şeklinde olsun, isterse de kirlenme ve "bulaştırılma" korkusu şeklinde olsun- fobik alt sınıf temsilleri arasında bir bağ var. Nitekim entelektüelimiz yazısının sonunda "nasıl taksi, nasıl temizlik, nasıl ter kokusu, nasıl fahiş fiyat sorununu çözemediysek, bu sorunu da çözemedik" diyerek bu bağı göstermiş oluyor. Başka bir yazısından da anlıyoruz ki, entelektüelimizin "derd-i azim"i yalnızca gündelikçi kadınlarla değil, aynı zamanda taksi şoförleriyle ilgilidir.[12] Gündelikçi kadınlar örneğinde olduğu gibi şoförlerin sosyal güvencesinin olmaması, ücretli olarak çalışmaları ve aşırı çalıştırılmaları gibi "çarpıcı gerçeklere" de dokunan entelektüelimiz, evini temizleyen alt sınıf kadınlarını çoğu zaman hiç görmezken her sabah alt sınıf erkekleriyle karşılaşmakta ve hatta diyaloga girebilmektedir. Entelektüelimizin anlatısında taksi şoförlerinden "erkek" diye söz edilmiyor tabii. Ama anlıyoruz ki, usul erken bilmemeleri, lakaytlıkları ve cahillikleri ile "kadın"ların erkek karşılıkları oluyorlar. Biri hangi dosyayı hangi rafa koyacağını, diğeri ise hangi sokaktan dönmesi gerektiğini bilemiyor; o kadar.
Sınıf ilişkilerinin sömürü ilişkileri olduğu gibi, aynı zamanda koku ilişkileri olduğunu biliyoruz. Nitekim alt sınıfların kokusundan tiksinme, temas korkusu ve hijyen takıntısı Batı Avrupa sınıf ilişkileri tarihinde kayda değer bir yere sahiptir. Türkiye'de de benzer bir tablonun oluştuğunu gösteren birçok örnek var: Evinde çalışan kadının kıyafetlerini eve girer girmez, kapının yanındaki tuvalette değiştirten, "kadın"ın yemek yiyebileceği tabağı ve su içeceği bardağı ayıran, eve gelen yaşlı tesisatçıya "bardak olmadığı için" kola şişesinde su veren insanlar vb. Entelektüelimiz evine gelen ve kendi pisliğini temizleyen kadınların "ter kokusu" veya pisliği hususuna girmemiş. Fakat onun şoför anlatısı sınıf karşılaşmalarının kokusal ve hijyenik boyutuna delalet ediyor: "Adamcağız belki haftalardır su yüzü görmemiştir, arabanın içi kokudan girilmeyecek haldedir... Sigara yasağı bilinir, ama sizden önce fosur fosur içilmiş, sadece duman dışarı atılmıştır, gene koku üstünüze başınıza sinecektir. Arabalar temizlik nedir, bilmez. Oturduğunuz koltuğa ilişmek basbayağı cesaret işidir." Gündelikçi kadın ile şoförün sınıfsal konumunun ortaklığını hesaba katarsak, entelektüelimizin evinin pisliğini temizleyen kadının kocasının ter kokmasından ve (ücretli olarak çalıştığı) arabasının kirli olmasından şikâyet etmesi durumuyla karşı karşıyayız diyebiliriz.
Başka bir yerde "Bugün bütün düzeylerde bir melez ülke olarak yaşıyor Türkiye" diyerek melezleşme güzellemesi yapan entelektüelimiz[13] evini temizleyen kadınların dünyasıyla kendi dünyası arasında nasıl bir melezleşme olduğunu söylemez bize. Yine aynı bahiste, "uzaktan (Amerika'dan okuyun - N.E.) bakınca" Türkiye'de yaşandığını söylediği "katı, kapalı, donuk, iletişimsiz bir modelden farklılıklar arasındaki diyaloga dönüşme"de gündelikçi kadınlara nasıl bir rol düştüğünü de söylemez. Farklılıklar arasındaki diyalogdan kasıt somut bir farklılık olarak gündelikçi kadın ile evini temizlediği entelektüel arasındaki bir diyalog olmasa gerektir. Zira yazısında o kadınların sesini duymayız. Entelektüelimizin pek meraklı göründüğü farklılık, çoğulculuk ve diyalog oyununda o kadınların yeri yoktur belli ki. Hülasa farklılık oyunlarına meraklı entelektüelin pratiklerinde ataerki ile iç içe geçen sınıf ilişkileri, sömürüsü ve tahakkümü maddileşir.
Diyalog demişken, uzaktan, Brezilya'dan bir filme, Fernando Meirelles ve Nando Olival'ın "Hizmetçiler"ine (2001) atıfla bitirelim: Annesi -entelektüelimiz gibi- bir orta sınıf erkeğinin evinde hizmetçilik yapan Gilvan filmin başlarında arkadaşına "görünmez olmak istediğini söyler"; arkadaşının cevabı ise, "farkında olmayabilirsin ama sen zaten görünmezsin"dir. Filmin sonunda, annesinin yanında çalıştığı ve oğlunu da tanıştırmış olduğu orta sınıf erkeği, kendi binasında asansörde kapalı kalan Gilvan adını bağırıp kendisini hatırlatmaya çalışmasına rağmen oralı olmaz; saatler sonra asansörden kurtulan Gilvan ise binanın duvarlarına ve adamın arabası da dâhil garajdaki arabaların üstüne "Benim adım Gilvan" yazar. Böylece görünür olmuştur. Kıssadan hisse, güvencesizler içinde önemli bir yere sahip olan gündelikçi kadınların veya onların çocuklarının kendilerini görünür kılmaları, entelektüelimizle onun dem vurduğundan bambaşka türden "farklılık diyaloglarına" girmeleri ihtimal dâhilindedir. (NE/EÖ)
* Necmi Erdoğan'ın Sınıf Karşılaşmaları- 2 dizisinden yayımlanan yazısını 16 Kasım 2010 tarihli Birgün gazetesinden aldık.
[1] Hasan Bülent Kahraman, "Kentli-Köylü", Radikal, 23.10.2000.
[2] Hasan Bülent Kahraman, "Erdoğan Neyi Başardı?", Sabah, 15.09.2010.
[3] Hasan Bülent Kahraman, "'Kadın' Bulmak Zor İştir", Sabah Pazar, 12.09.2010.
[4] Sibel Arna, "Dokuz aylık bebekle mavi yolculuk", Hürriyet, 12.06.2010.
[5] Bkz. Nurettin Topçu, Kültür ve Medeniyet, Dergâh Yayınları, İstanbul 1998, s. 38 ve Taşralı, Dergâh Yayınları, İstanbul 1998, s. 11-28.
[6] Remzi Oğuz Arık, Meseleler, Hareket Yayınları, İstanbul 1974, s. 21, 48-50.
[7] Samiha Ayverdi, Hey Gidi Günler Hey, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 1988, s. 167-9, 90.
[8] "Hasan Bülent Kahraman'a Ev İşçileri Derneği'nden Yanıt", http://bianet.org/bianet/medya/124815-hasan-bulent-kahramana-ev-iscileri-derneginden-yanit
[9] Aksu Bora, Kadınların Sınıfı, İletişim Yayınları, İstanbul 2005.
[10] Modern Kölelik Örneği: Ortadoğu'da Ev Hizmetlileri", http://www.ivmedergisi.com/modern-k%C3%B6lelik-%C3%B6rne%C4%9Fi-ortado%C4%9Fu%E2%80%99da-ev-hizmetlileri.html
[11] Bu tartışma ve genel olarak burjuva aile romansında hizmetçinin yeri için bkz. Peter Stallybrass ve Allon White, The Politics and Poetics of Transgression, Cornell University Press, New York 1986.
[12] Hasan Bülent Kahraman, "Taksi Şoförü", Sabah Pazar, 05.09.2010.
[13] Hasan Bülent Kahraman, "Nasıl Görünüyor Uzaktan Türkiye?", Sabah, 29.09.2010.