Necmi Erdoğan İletişim Yayınları'ndan çıkan Kayıp Halk | Günümüzde Yoksulluk Halleri" kitabında yoksulluk pornografisini sorguluyor, yoksullarla gerçekten konuşmanın imkânını yokluyor. Yoksulların yalnızlaşma, içe göçme, kabullenmeme, konuşamama, içerleme gibi güçlü duygusal gerilimlerine eğiliyor. “İdare etme” stratejilerini, lümpenleşme eğilimlerini ve isyankârlığın şikâyetten ileri gitmemesi halini inceliyor.
Yoksulluğun özgül çoğulluğunu, derinlemesine görüşmelerle ortaya konan 15 portrede görüyoruz: Pazarcı, baloncu, gündelikçi, engelli, kimsesiz, torbacı, “cadde bayanı”... Eski Devrimci-Yol sempatizanı, AKP hayranı, asimile Kürt, yalnız Alevi çift...
ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü siyaset bilimi öğretim üyesi olan Necmi Erdoğan'ın kitabından tadımlık olarak "Giriş" bölümünün bir kısmını paylaşıyoruz. Necmi Erdoğan'a ve İletişim Yayınlarına teşekkürlerle.
*
Türkiye toplumu uzun süredir dramatik olmanın da ötesine geçerek trajik bir hal alan toplumsal-siyasal süreçler içinde debeleniyor. Bu süreçleri alt sınıfların nasıl tecrübe ettiği ve anlamlandırdığının kapsamlı verilere dayanan çözümlemelere tabi tutulduğunu söylemek ise zor.
Oysaki yaşadığımız ekonomik kriz koşullarının ağırlığı ve şiddetine karşı kitlesel ve kolektif hareketlerin –şimdilik bile olsa– neden gelişmediğinin çözümlenmesi siyaseten de kritik bir öneme sahip. Bu yokluğu yalnızca mevcut devlet biçiminin yarattığı baskı iklimi ve endişe rejimiyle açıklayamayacağımız da aşikâr.
Yani malum kadim soru, Ebu Zerr Gıfari’nin ifadesiyle “evinde ekmek bulunmadığı halde kınından sıyrılmış kılıcıyla isyan etmeyen adamın” niye böyle yaptığı, Reich’ın deyişiyle de “aç olanların çoğunluğunun niye çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunluğunun niye greve gitmediği” sorusu ortada duruyor.
AKP iktidarı döneminde alt sınıfların anlam haritalarına ilişkin olarak hâkim olan iki bakış, yani “makarnacılar” –veya “cahil sürüsü”– horlaması ile “yerli ve milli” olanın “tapulu malı sayma” birbirinin simetrik tersi olarak karşımıza çıkarken, AKP’nin hegemonik projesinin alt sınıflar arasında ne ölçüde güçlü ve etkili organik bağlar kurduğu pek de sorgulanmadı.
Seçim sonuçları, kamuoyu araştırmaları veya sokak röportajlarından hareketle yapılan analizler veya üretilen imajlar ise, çoğu durumda, bu haritaları şekillendiren ideolojik, politik ve kültürel dinamiklerin oluşturduğu karmaşık yapıyı kavramaktan uzak bir özellik sergiliyor; hatta kimi durumlarda baktıkları dünyayı açıklamaktan çok, bakan öznenin dünyasını yansıtabiliyor.
Ayrıca, karmaşık, çoğul ve indirgenemez olan hayatları (onlara eşlik eden düşünceleri ve duyguları) sayısal veriye veya bir soruya verilen üç-beş cümlelik cevaba indirgeyen anketlerden veya sokak röportajlarından daha fazlasına ihtiyacımız var. Birtakım özgül bağlamlarla ilgili az sayıda çalışmayı hariç tutarsak, AKP’nin alt sınıflarda yarattığı ideolojik etkiyi anlamamıza katkıda bulunabilecek bir akademik literatürden de büyük ölçüde yoksun sayılırız.
Bu kitap, 2022 yaz ayları boyunca, Ankara’nın üç ilçesine (Altındağ, Sincan ve Mamak) bağlı mahallelerde, büyük kısmı “mutlak yoksulluk” hali içinde yaşayan 82 kişiyle derinlemesine mülakata dayanan alan araştırmamın ürünü.
Bu araştırmada, Yoksulluk Halleri: Türkiye’de Kent Yoksulluğunun Toplumsal Görünümleri (1) başlıklı kitapta yaptığım tartışmayı güncel veriler ışığında devam ettirmeyi amaçladım. Uzun yıllardır, 2001 ekonomik krizi koşullarında –geniş bir ekip olarak– yürüttüğümüz ve sonuçları Yoksulluk Halleri’nde yayımlanan alan araştırmamızda görüştüğümüz kişilerle tekrar mülakat yapmanın hayalini kuruyor ve imkânını bulmaya çalışıyordum.
En azından Türkiye’de –yanlış bilmiyorsam– örneği olmayan bir şekilde, aynı kişilerle uzun yıllar sonra aynı çerçevede mülakatlar yapmanın toplumsal-siyasal dönüşümlerin bireysel anlatılarda izinin sürülmesi ve özellikle de AKP söyleminin ne ölçüde ve nasıl tekil yoksulların anlatılarına sızdığının veya bu anlatıları yeniden kurduğunun anlaşılması açısından önemli veriler sağlayacağını düşünüyordum.
Böyle bir karşılaştırmayı da içeren, tümüyle yeni ve Yoksulluk Halleri’nden daha geniş bir Türkiye örneklemini –ve uygun durumlarda video kaydı yapılmasını ve “sakıncasız” kayıtların internet ortamında paylaşılmasını– kapsayan bir araştırma tasarladım.
Ancak maalesef, böyle bir araştırma için maddi kaynak bulamadım. (Aynı kişilere ulaşmamın ne kadar olası olduğunu anlamak için uzun süre “dedektiflik” yaptım ancak yalnızca artık çok yaşlanmış olan iki kişinin izini sürebildim. Yok sayılanların internet dünyasında da yok sayıldığını böylece bir kez daha idrak ettim. Resmî kurumların ellerindeki bilgilere erişmeye muhtaç olduğumu anlayınca da, bu fikirden vazgeçmek zorunda kaldım.)
Ankara ile sınırlı küçük bir araştırmaya girişmek üzereyken, pandeminin başlaması nedeniyle projeyi askıya almak zorunda kaldım. Pandeminin etkilerinin hafiflemesi ile ekonomik krizin “patlak vermesi” art arda gelince de, (başlangıçta) hiçbir maddi destek bulamadan, tek başıma ve Ankara ile sınırlı da olsa bir araştırmaya koyulmayı kendim için sorumluluk saydım.
*
Bu araştırmada, yirmi yıldır süren AKP döneminde alt sınıfların (“artık nüfus” kesiminin) siyasal ve kültürel kodlarının sergilediği süreklilik ve kırılmaları anlamaya çalışmak temel bir kaygım oldu. Bu kaygının gerisinde siyasal bir dert, sol/sosyalist hareketin bağının çok zayıf olduğu aşikâr olan alt sınıfların dünyasında kök salma arayışına küçük bulgular sunarak da olsa hizmet etmek vardı.
Yoksulluk Halleri’nin kapsamını birebir takip etmek benim boyumu fazlasıyla aştığı için, ekip arkadaşlarımın ele aldıkları toplumsal cinsiyet, etnisite ve mekân gibi temaların ancak bazılarına dokunabilerek, kendi işlediğim temalara odaklanan bir çalışma yürüttüm. O araştırmanın bulgularıyla karşılaştırmalı olarak, yoksulların toplumsal-sınıfsal eşitsizlikleri anlamlandırma biçimleri, “fark yaralarının” ve “duygu yapısının” görünümleri, yalıtıcı toplumsal süreçler ve ekonomik kriz karşısında alınan konumlar, geleneksel yardımlaşma biçimlerinin ve “ahlâki ekonominin” seyri, AKP iktidarının yarattığı ideolojik-politik etki vb.lerini incelemeyi amaçladım.
Kitap, bu çerçevede, hepsi aynı kapıya çıkan bir dizi soruya ilişkin veriler sunmaya ve karınca kararınca tartışma yürütmeye çalışıyor:
Alt sınıfların ekonomik krize isyankâr tepkiler vermelerini ve kolektif mücadeleler geliştirmelerini engelleyen ideolojik-politik ve kültürel kodlar neler?
Yoksulluk Halleri’nde öne sürdüğüm “içe göçme” eğiliminin baskınlığı ne ölçüde ve nasıl devam ediyor ve duyuş ve düşünüş biçimlerinde nasıl bir tablo yaratıyor?
AKP’nin dillendirdiği ve uygulamaya koyduğu ideolojik-politik kompleks –Gramscici anlamda– “ortak duyu” veya popüler bilinç üzerinde ne kadar etkili?
AKP ve burjuva sefahati ile gündelik hayatta hüküm süren sefalet arasındaki açı yoksullar tarafından ne ölçüde haklılaştırılıyor veya ne tür tepkilere yol açıyor?
Kadim “tevekkül” anlayışı ne ölçüde basit bir şekilde yeniden eklemleniyor veya içerleme, hınç vb. tarafından yerinden ediliyor?
Mülteciler ne ölçüde Türkiyeli (Türk, Kürt, Alevi, Roman vb.) yoksullar için ortak bir “yatay boşalma kanalı” oluşturuyor? vb.
Kitapta, sınırlı ölçekte de olsa topladığım verilerden hareketle, hepsi sorgulanmaya ve çürütülmeye açık olan, irili ufaklı bir dizi argüman dillendiriyorum: Görüştüğüm yoksulların kriz karşısındaki konumlarının kendini eyleyici bir role yerleştiren öfke, hınç veya isyankârlık gibi hallerden uzak olduğunu, anlatılarındaki duygu yapısına içerleme, içlenme, üzülme, hayata küsme gibi öznel-kişisel ve edilgenliğin hâkim olduğu hislerin damga vurduğunu söylüyorum.
Geleneksel dayanışma ve yardımlaşma kalıplarının çözülmesi, yalıtılma ve yalnızlaşmanın kapitalizminin neoliberal ethos’unun sirayet ettiği alt sınıfların ahlâki ekonomilerini kendine benzettiğini, egemenlerin maddi-ekonomik terimlerinin karşısına kendi ahlâki-insani değerlerini çıkarma geleneği ile artık nadiren karşılaşıldığını, “gayrimeşru” yollara başvurmayı reddetme ile olumsuzlayarak da olsa bir seçenek olarak telaffuz etme arasındaki ahlâki gerilimin AKP dönemi boyunca şiddetlendiğini öne sürüyorum.
Bu minvalde, “garibanın sembolik ölümüne” “garibanın sembolik intiharının” eşlik etmesiyle yaşanan bir “karakter aşınması” ve lümpenleşme söz konusu olduğu ve fakat Türkiye yoksulluğunun dünyanın başka yerlerinde yaygın olan suçlulaştırılmış yoksulluk hallerinden hâlâ uzak göründüğü izlenimimi ifade ediyorum.
Sınıf ilişkilerinin anlamlandırılması açısından ise, bir tarafta keskinleşmiş olan sınıfsallığı “fark yaraları” geleneğini sürdürerek içerlemenin, diğer tarafta ise sindirmeye veya kabullenmeye meyletmenin olduğu iki karşıt eğilim olduğunu savunuyorum.
AKP dönemi İslâmcılığının, yoksullarla kurduğu ilişkinin güçlü bir ideolojik kapsamadan uzak göründüğünü, ancak toplumsal-sınıfsal eşitsizliklerin dinsel olarak haklılaştırılması yönünde bariz bir eğilim yarattığını iddia ediyorum.
Yoksulların anlatılarına belirli bir ideolojik-politik söylemin damgasını vurmasından söz etmenin zor olduğunu not ederek, AKP iktidarının hegemonik kapasitesinden çok, yoksulları maruz bıraktığı düşünsel üretim araçlarından yoksunluğun dilsizleştirici rolüyle etkisini gösterdiğini ve bu dönemde ortak duyunun çok daha derin bir keşmekeş hali sergiler hale geldiğini öne sürüyorum.
Öte yandan, burjuvaziye karşı bir sınıf kiniyle veya ekonomik kriz karşısında öfke ile nadiren karşılaşmamıza karşın, mültecilerin bir yatay boşalma kanalı oluşturduğunu ve fakat mültecilere bakışın kendi yoksunluğuna içerleme eksenli olduğunu söylüyorum.
Bu tartışma noktalarının yanı sıra, yoksulun mekânından diline, bedeninden aşkına, lümpenleşmenin artık nüfus açısından içerimlerinden “idare etme sanatının” rolüne kadar uzanan çeşitli konulara ilişkin kısa tartışmalara veya değinmelere de kitapta yer verdim.
Yoksul portreleriyle de, yoksulluğun özgül bağlamları ve tikel hallerine bir parça olsun hakkını vermeye çalıştım.
Yaşadığımız cehennem hayatı ağza bile alınmayacak bir fantezi kılsa da, şu notu düşmeden geçmeyeyim: Yoksullar, başka yerlerde olduğu gibi, bu kitapta da gözü yaşlı ve kasvetli olarak karşımıza çıkıyor.
Fakat yalnızca ağlamayı değil, gülmeyi de bilirler. Yani ezilenlerin mizahı da kitap konusu olmayı hak ediyor ama gel gör ki...
*
Araştırmada Yoksulluk Halleri’nde benimsediğimiz yöntemsel yaklaşımın aynısını uyguladım. Araştırmacı ile “nesnesi” arasındaki ilişkinin ele alınan toplumsal iktidar ilişkilerini yeniden üretir nitelikte olması tehlikesi karşısındaki konumu başta olmak üzere, bu yaklaşımı o çalışmanın girişinde aktarmış olduğum için burada tekrar ele almayacağım; merak edenler o girişi okuyabilir.
Mülakat yaptığım kişileri, Yoksulluk Halleri’nde olduğu gibi, yoksulluğun çoğulluğunu gözeterek ve özgül tecrübelerini hesaba katarak seçmeye çalıştım. Bu çerçevede, üretim sürecinden tümüyle dışlanmış, sosyal yardımlara bağımlı, “mutlak yoksulluk” hali içinde yaşayanlar büyük çoğunluğu oluştursa da, hırsızlık, uyuşturucu satıcılığı, seks işçiliği vb. yapmış veya yapan “aktüel lümpenproleter-ler”, atık toplayıcılığı veya hamallık gibi işler yapan “çalışan lümpenproleterler” ve az sayıda da olsa üretim sürecine dahil haldeki “vasıfsız işçiler” ile de görüştüm.
İşçi yoksulluğunu esasen dışarıda bırakmamın araştırmanın “evrenini” –“bütün halkla” (!) eşitlemeyip– sınırlamanın kaçınılmaz olmasının ötesinde bir nedeni var. Ekonomik kriz emekçi alt sınıfların yoksulluğunu mutlaklaştırsa ve aralarındaki ayrım çizgilerini tümden belirsizleştirse de, üretim sürecine görece de olsa düzenli katılma işçi sınıfının özneleşmesi, dili vb. açılardan –eyleyicilik bağlamında önemine metin içinde değineceğim üzere– ciddi farklar yaratabiliyor.
Bunun türlü özgül biçimlerinin başka çalışmalarla ayrıca ele alınması gerekiyor ve zaten de güçlü sayılabilecek bir emek literatürü var. Öte yandan, yoksulluğun tikelliklerine hakkını verebilmek için, toplumsal cinsiyet dengesini gözettiğim gibi, Kürt, Roman, Alevi vb. aidiyetleri dahil etmeye de özel bir özen göstermeye çalıştım. Yer yer kısaca değindiğim genç yoksulların –ve ayrıca yaşlı yoksulların– konumunun başlı başına araştırma konusu olarak ele alınması gerektiği kanısındayım.
Araştırmanın kapsamı dışında kalan ve tarımsal üretimle ilgili kimi sorunlar haricinde dünyaları unutulan –görünmeyenin de görünmeyeni olan– kır yoksulluğunun da işlenmeyi beklediğini vurgulamakla yetineyim.
Alan araştırmasının çeşitli zorlukları da oldu elbette. Araştırma asistanlığını üstlenen N. Hazal Tetik ile birlikte, yoksulların acil gündelik ihtiyaçlarıyla yüz yüze gelmenin yarattığı kaçınılmaz vicdani ikilemleri yoğun olarak yaşadık.
Ayrıca, özellikle alanda çalışan uzmanların bağlantılarından yararlandığım durumlarda, araştırmanın amacını baştan ne kadar açıkça vurgulasak da, yardım beklentisiyle karşılaştığımız birçok durum oldu.
Bununla Yoksulluk Halleri araştırmasından çok daha sık karşılaşmanın kendisi, AKP iktidarının uyguladığı bağımlılaştırıcı yönetim zihniyetinin etkisine işaret ediyor. Öte yandan, başta söz ettiğim ikliminin etkisiyle siyasal sorulara cevap vermekte tereddüt etme –tabii “İsterse idam etsin” gibi ifadelerle sözünü sakınmamayla beraber– ve benim siyasal tavrımı ölçerek konuşmaya çalışma ile de çok karşılaştım.
Siyasal tercihin soru konusu yapılmasına bile sinirlenen AKP destekçisi yoksulla gerilim yaşadığım da oldu.
Son olarak, bu araştırma ve analizi yapan öznenin kişisel hikâyesinin de “problematiğe” dahil edilmesi gerekiyor elbette. İsmetpaşa Mahallesi’nde geçirdiğim zamanı gören mahalleli arkadaşım Mehmet Ali Yücedağ, en sonunda dayanamayıp, “Senin buralarla bir derdin var” demişti.
Ona verdiğim kişisel cevabı atlayarak, onun mahalleyi terk edebileceği halde terk etmemesiyle benim “derdim” arasında bir bağ olduğunu söylemekle yetineyim. Ranciére, Michelet hakkındaki tartışmasında, “Halktan gelen... halka ancak kitabın dolambaçlı yoluyla dönebilir” diyor. (2)
O “Marksist mitolojiye” yoracak olsa da, siyasal pratik olarak “halkta kalma” gibi bir seçenek de var; ayrıca kitaplar “dönüşe” değil, kök salmaya ve dahi “halkın kendi kitabını yazmasına” da hizmet edebilir pekâlâ.
Elinizde tuttuğunuz kitap, artık kendisinden uzak olan bir diyara nihayetinde o uzaklığı pekiştiren bir akademik veya entelektüel ziyaret olsun diye değil, tam da böyle bir siyasal pratiği azıcık da olsa düşünsel olarak besleme kaygısıyla yazılmıştır. Metalaştırma ve tasfiye etme yoluyla çok büyük ölçüde arındırılarak –ne kadar var idiyse– çökertilmiş olan akademyaya hitap etmek gibi bir derdim zaten yoktu.
Daha önemlisi de, yoksulluk ve sınıf ilişkileri gibi konulara “akademik sermaye” döngüsünde kullanılan “yatırım araçları” muamelesi yapılmasının, sözel içerik ne kadar radikal ve niyetler de ne kadar halisane olursa olsun, statükonun yeniden üretimine dahil olan “bilim insanlarının kendiliğinden ideolojisinin” ürünü olduğunu düşünüyorum.
Kısacası, muradım, sömürü ve tahakküm düzenini alaşağı edecek bir sol/devrimci siyasal mücadeleye bir nebze de olsa veri sağlamaktan ibaret. “Tarihe not düşmüş olmak” gibi iddialı ve fakat pratik olarak boş avuntu ifadelerine de itibar etmeden, kitabın, bu işlevi yerine getiremediği ölçüde laf kalabalığına katılmakla kalacağını ve benim için yok hükmünde olacağını da belirteyim.
(…)
Kimi okurlara garip ve zorlayıcı gelebilecek olsa da, farklı dilleri aynı yazılı dil normu potasında eritmenin anlam ve ruh kaybına neden olduğu kanısındayım. Zira “kibar” sayılan “İstanbul Türkçesine” özenerek konuşmaya çalışma, Kürt kimliğini hiç dillendirmeden Kürt ağzıyla konuşma, bozuk cümleler kurma vb. hallerin kendileri de konuşan öznenin hikâyesinin ayrılmaz bir parçası. (NE/APK)
* Necmi Erdoğan, Kayıp Halk | Günümüzde Yoksulluk Halleri; Araştırma-İnceleme Dizisi, İletişim Yayınları; editör: Tanıl Bora; Dizi Kapak Tasarımı: Ümit Kıvanç; Kapak: Suat Aysu; Kapak fotoğrafı: Hüseyin Türk; Uygulama: Hüsnü Abbas; Düzelti: Yağmur Yıldrımay Bayrakçı, Birinci baskı, Nisan 2023, 448 sayfa.
(1) İlk baskısı Demokrasi Kitaplığı (İstanbul, 2002), sonraki baskılar İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.
(2) J. Ranciére, Short Voyages to the Land of the People, Stanford University Press, Stanford, 2003, s. 74.