Emine Şenyaşar ve mücadelesini doğru tanımlamak veya hakkıyla ifade edebilmek zor.
Bende uyandırdığı ilk duygu, daha çok Goya’nın 1814 yılında tamamladığı meşhur “3 Mayıs 1808 Katliamı” adlı tablosunda anlattıklarıdır. Aydınlık ve karanlıktan müteşekkil iki tonu buluna ve son derece ilginç olan bu tablo, Fransızların Madrid halkını bir şafak vaktinde kurşuna dizme anını anlatır.
Tabloda sıraya geçip tüfeklerini esir aldıkları direnişçilere ateş edecek olan askerler ile onlar karşısında hem yerde yatan hem de daha katledilmemiş bir grup insanı görürüz. Beyaz tonu temsilen ışığın en fazla vurduğu ve beyaz gömlekle gördüğümüz bir direnişçi, tablonun merkezidir. Bu karakter askerlerin karşısında diz çökmüş ama diz çöktüğü halde ayaktaki askerlerden daha büyük görünür. Bu durum Goya’nın o dönemki savaşa da cevabıdır. Büyüklük sayı ile değildir. Mücadele yaşamın son bulması ilgili değildir. Tarihe kalmak veya kazanmak, birilerini yok etmekle elde edilen bir şey değildir.
Emine ana, aynen tablodaki gibi direniş cephesinde yer alan her çizimin/karakterin temsilidir. Hem yerdedir hem ayaktadır. Hem ölüme meydan okur hem de yaşama. Dizleri üstündedir ama mücadelesi boyunu aşar, kendisine ve çevresine sığmaz taşar. Aynı şekilde siyasal, bürokratik ve sosyal tüm namlular ona dönüktür. Bu yöneliş onu küçültmez, korkutmaz, büyütür. Aynı tablodaki gibi…
***
Emine Şenyaşar, Urfa’da sürdürdüğü adalet nöbeti ve mücadelesini şimdi 90 günü aşkındır Ankara’da yani sorunların soğuk ve en kuytu haliyle yaşanıp karanlıklara teslim edildiği yerde sürdürüyor. Her gün haberlere bir şeyler düşüyor kendisi ile ilgili…
Adalet Bakanlığının tüm giriş kapıları kendisine sonsuz şekilde kapalı olsa da tekerlekli sandalye ile her gün orada. “Korkularından kapıları kilitliyorlar” diyor. Gerçekten de durum tam böyle. Adalet’ten duyulan korku bugüne has değil, binlerce yıl önce de aynı durum başka annelerin ağzından dile geliyordu. Örneğin MÖ 415 yıllarında Euripides tarafından kaleme alınan “Troyalı Kadınlar” trajedisinde bir anne oğlu için ağıt yakarken şunu diyor “Yazık, yazık! Sarılmaların, öpmelerin, o ninnilerimle uyumaların artık benden uzaktalar. Ozan mezarının üzerine ne yazacak? ‘Bu çocuğu korktukları için Argoslular öldürdü’ diye mi yazacak?”
Bundan yaklaşık 2500 yıl öne bir annenin söyledikleri ile Emine ananın söyledikleri aynı. O anlamda geçen gün Adalet Bakanlığı önünde polislerce yere düşürülmesi de aynı korkudan kaynaklı.
Tabi sadece yere düşürülmesi ile sınırlı değil durumlar. Etrafı bariyerlerle çevriliyor, pankartları indiriliyor, sesi kesiliyor, bakanlık önündeki kapıdan kalkması için birçok yöntem deneniyor ve ne alaka ise Erdoğan’a hakaretten dava açılıyor, ki adalet nöbetine başladığından beri hakkında açılan soruşturmalar 40’a yakın ve bu davalardan 11’i davaya dönüştü. Tüm olan bitenleri ise kendi penceresinden “Bu zulüm normal değil” diyerek tarif ediyor.
Evet, gerçekten normal olmayan bir zamanın, normal olmayan bir diliminden geçerken, tüm normalleri yerle bir edilmiş bir kadının adalet arayışı da durmadan sürüyor. Kendisinden çıkarak artık herkesin adalet kavgasına dönüştüğüne şüphe yok bu direnişin ama yine de çok şey eksik Emine Şenyaşar ile ilgili. Mesela direnişi hala bir direniş sayılıyor mu emin değilim!
Emine Şenyaşar’ın yaşadığı zorluklar ve haksızlıklar açık ve örtük olmak üzere iki şekilde cereyan ediyor. Açık olan, tanık olduğumuz hal û ahvaldir. Devlet eksenli sistematik bir şiddet ve taciz halidir. Daha doğrusu zamana yayılmış bir intikam sürecidir.
İkincisi; ailesi katledilen, ailesinden kalan diğer fertlerin de cezaevine atılan Emine ananın bir diğer suçu da Kürt bir kadın olması. Bunu kısmen açmakta fayda var.
Emine ana, son 40 yıldır benzer şeyleri yaşayan on binlerce anneden, aileden farklı olarak başka bir inşada bulundu. Yaşadığı acının onu ele geçirmesine izin vermedi, hafızalaştırma sürecini geçmişe havale etmedi, şimdiye taşıdı. Faillerin ve onları aklayanların kurbanlaştırma projeksiyonuna gözlerini açıp hipnoz olmadı, tam tersine yüzünü çevirdi bu aşamaya. Yasını belirsiz bir geleceğe erteledi. Adalet ve hukukun son derece farklı şeyler olduklarının farkına vardı ve tek hamlesi denilebilecek en beklenmedik şeyi yaptı: Katilerin karşısına çıktı.
Burada yaşanan ilk kırılma şu oldu: Katil bir kişi değildi, sıradan kağıtları düzenleyen kişiden en tepeye kadar herkes bu sürecin içindeydi.
Düşünün, bir devlet ve onun tüm ayaklarının karşısına aldığı bir anne gerçeği ile karşı karşıyayız.
Yukarıdaki çerçeveye ve “Kürt” oluşuna bağlı olarak, es geçilmemesi gereken en önemli çerçevelerden biri şu: Emine Şenyaşar Suruç’ta kendi halinde bir ev kadını iken nasıl oldu da birden koca bir mücadelenin şah damarına dönüştü. Bu dönüşümün esprisi, Kürtlerin hem özgürlük hem de kadın mücadelesinde kat ettiği yolun kendisinden bağımsız okunabilir mi? Bence okunamaz, okunmamalı da. Denilebilir ki ‘binlerce Emine Şenyaşar’ evinde duruyor. Bu kolektif hafıza ve bu hafızadan beslenen, buna yaslanarak dönüşen bir kadının mücadelesi, mücadelesi ile açığa çıkardığı potansiyeller, momentler başta aktif kadın örgütleri olmak üzere genel adalet arayışında yeterince eğilip bakılmıyor, tartışılmıyor. Çünkü ülkede Emine Şenyaşar’in yürüttüğü mücadele tarzına benzer şeyler azdır. Yani sürekli oluşu, klişeden beslenmemesi, farklı uzamlarda sürekli aktif kalması, şahıstan çıkıp adalet-hukuk meselesinde başka bir felsefeye varması son derece özgündür.
Bir kadın, bir oturuş, bir eylem, bir durmama hali ve bu halin etrafını korkularla çitleyen bir devlet aklı. Özellikle Türkiye tarafındaki kadın mücadele hattının Emine anaya yeterince odaklanmadığını düşünüyorum. Birçok neden içinde en önemli ama en görünmez nedeninin de ‘Kürt olmaktan’ kaynaklandığını düşünüyorum. Elbette bu düşünme şekli, daha çok bir hisse dayanıyor, bir yargılama içermiyor. Pek çok örneğini yaşadık ve ülkede aleni bir “direniş hiyerarşisi” olduğunu biliyoruz. Herkesin direnişi direniş sayılmaz. Arkadaşları olanlar vardır bir de olmayanlar. Lobileri olanlar vardır bir de olmayanlar. Bu adı konmamış bir yasadır! Mesela Kürdün özne olduğu direniş, bir direniş olarak adlandırılmaz. “Kimin direnişi direniş sayılır?” sorusu Emine Şenyaşar şahsında da yeniden güncellik kazanmıştır, kenarda dursun şimdilik.
***
Victor Hugo, Sefiller romanında Paris’te geçen büyük bir direniş anını da anlatır. Büyük barikatlar kurulmuştur sokaklarda ve şu hakikat ifade edilir bu barikatların ardından:
“Burası düşünenlerle acı çekenlerin birleşme yeridir; bu barikat ne taşla ne kirişle ne de demirle yapıldı; iki yığından yapıldı: bir yığın düşünce, bir yığında acı…”
Emine Şenyaşar ‘Olay’ında da tek kişilik bir barikatın ardında hakikat kavgasına tanık oluruz ve bu barikat taşla, kirişle yapılmadı. Gerçekten de acı ve umuttan yapıldı… Adaletin hayat bulacağına dair taşıdığı umut, hala bu barikatın arkasını sarsılmaz kılıyor.
Bu bakımdan Emine ananın mücadelesi ve durduğu yer; yeni bir dil kurmanın, yeni bir insan olmanın ve siyasetin de hem arayışı hem zeminidir. Zalimin zulmünü çıplaklaştırdığı için yücedir bu kavga.
Hasılı, Emine Şenyaşar’ın mücadelesi ne hak ettiği tartışmaya da açılmış durumda ne de hak ettiği sahiplenmeye. Bunun değişmesi, dönüşmesi ve bilince çıkması dileğiyle.