1984’den beri sürdürdüğüm İletişim akademisyenliğine -20 Ekim 2016 tarihi itibarı ile emekliliğe ayrılma kararı aldığım için- veda etmiştim ancak emeklilik benim için sadece Üniversitedeki kadroyu bırakmaktan ibaretti.
20 yıl Marmara’da, 12 yıl da Galatasaray Üniversitesi’nde olmak üzere toplam 32 yıl boyunca iki devlet üniversitesinde çalıştım, aslında bu hiç de azımsanmayacak bir süre. Kağıt üzerinde emekliye ayrılmamdan bu yana beş yılı aşkın bir süre geçmiş.
Marmara Üniversitesi, doğduğum büyüdüğüm kurumdu. 20 yılı doldurduğumda artık motivasyonumun ilk başlara göre düştüğünü, tebdili mekanın yararlı olacağını düşünerek, Galatasaray Üniversitesi’nden gelen davet üzerine, iş yerimi değiştirmeye karar verdim. Kimilerine göre serüven, kimilerine göre gereksiz bir yer değiştirmeydi zira Marmara’da artık olgunluk dönemime girmiştim, Fakültede idari ve akademik görevlerimi yürütüyordum ama yine de bu değişim benim için denemeye değerdi.
Çekip gitmeözgürlüğüm vardı ama...
Galatasaray Üniversitesi’nde de son derece verimli ve iş arkadaşlarımla uyumlu on iki yıl geçirdim. Her iki üniversiteye kendi inisiyatifimle paydos etsem de Galatasaray’dan ayrılma kararım, benim için ve sanıyorum ki okuldakiler için de ani ve beklenmedik oldu.
Birçok meslektaşıma göre şanslı sayılırdım, emeklilik hakkımı elde etmiştim, çekip gitme özgürlüğüm vardı ama sonuçta bu bir seçimdi, Türkiye’deki 1577 dekan içerisinde tek imzacı dekan olmam –tabii ki bu durum beni kahraman yapmadığı gibi aksine diğer 1576 dekandan acaba ne farkım var diye düşünmediğimi de söyleyemem- yönetimi zorlayan bir durumdu.
Çalıştığınız kurumun sizinle aynı meseleleri dert etmediğini, aksine görmezden geldiğini veya ihlal ettiğini görünce ister istemez bir pozisyon almanız gerekiyor, benim pozisyon almam okuldan ayrılmak oldu, aksi takdirde beni ben yapan tüm özellikleri inkar edip kendime ihanet etmiş olurdum…. Bu ayrılış benim için bir tür özgürleşmeydi de aynı zamanda.
Şüphesiz bu geçiş süreci sancısız ve sıkıntısız olmadı. Gelecek vaat eden, vasat çoğunluğun çok üstünde nitelikli olan genç meslektaşlarıma yapılan haksızlıklara, yaşamlarının zindana çevrilmesine tanıklık etmek en kahredicisiydi. Diğer birçok arkadaşım gibi, çevredekilerin üç maymunu oynamalarına, ölü taklidi yapmalarına tanıklık edince sırası ile önce öfkelendim, sonra onlar adına utandım en sonra da üzüntü duydum…
Öfke, acıma, üzülme sürecini tamamladıktan sonra o güne dek yaptıklarımın işim olmaktan çok kişiliğimin önemli bir parçası olduğunu ve hayatın emeklilik gibi ayrıntıları tanımadığını tecrübe etmek, okumak, yazmak ve araştırmak konusundaki kararlılığım her geçen gün daha da arttı.
Müzmin bir öğrenci
İdari işlerin ve benzeri yükümlülüklerin olmadığı bu yeni dönemde uzun zamandır yapmaya fırsat bulamadığım birçok şey yapma fırsatı yarattım.
Zira tüm hayatımızı aslında yapmaya bir şekilde fırsat bulamadığımız şeyleri yapmayı bekleyerek geçiriyoruz, çoğu kez öteleyerek. Oldum olası kendimi her daim müzmin bir öğrenci gibi hissettim, öğrenmek ve öğrendiklerimi paylaşmaktan sonsuz haz alırım.
Emekliye ayrılmadan önce başladığım (2014-2018) İstanbul Üniversitesi AUZEF Sosyoloji Bölümünü bitirdim, geçen yıl da yine İstanbul Üniversitesi AUZEF Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’ne yazıldım, 2.sınıf öğrencisiyim, önümüzdeki hafta gireceğim telafi sınavlarına hazırlanıyorum şimdilerde. Öğrenmenin, öğrenciliğin yaşı yok.
Edebiyat-İletişim Bilimleri-Sosyoloji ve Siyaset Bilimi dörtlemesini adeta bir tür “çok disiplinli kokteyl” olarak tanımlayabilirim. Bu süreç yalnız yaşama sevincimi ayakta tutmadı, biriktirdiğim gerçek dostlarımın ve çekirdek ailemin varlığının bana nasıl güç verdiğini bir kez daha göstermiş oldu.
Öte yandan, içinde yaşadığımız İletişim çağında insanın en büyük sorununun iletişimsizlik -kendini doğru ifade edememe, öz-güven eksikliği, çevresiyle arasına ördüğü duvar yüzünden yaşadığı mutsuzluk ve yalnızlığını kendi eliyle yaratıp diğer insanlara haksızca ve insafsızca yansıtma, hatta onları sorumlu tutma – olması, kendi uzmanlık alanımın diğer disiplinlerle olan etkileşimini yeniden gözden geçirmeye ve anlamama katkı sağladı.
Gerek yurt içi gerek yurt dışında öğretmeye devam ediyorum, insanın mesleğini severek, en önemlisi de eğlenerek yapması kadar güzel bir şey yok. Gençlere verebileceğim en büyük tavsiye; ne iş yapıyorsanız severek ve işinizi eğlenceli kılarak yapın.
Ne mutlu bana ki 32 yıllık akademik yaşantım boyunca sözümü kamusal alanda özgürce söyleyebildim, günümüzde “hassas” olarak kabul edilen konularda çalışmalar yaptım, panellerde, konferanslarda, televizyon programlarında konuştum, konuşturuldum…
Özgürlüğünüze sıkı sıkı sarılın
Kaldı ki bilim insanı bir toplumda çok sesliliğin ve demokrasinin kökleşmesi için çaba sarf etmeli, aksi takdirde doğası gereği tartışma ve eleştiri kültürü temelinde yükselen akademik yaşam, gelişemez, düşüşe geçer, nitekim öyle de oldu ve olmaya devam ediyor.
İnsan hayatta bazen olayların ve tarihin akışı içinde hiç düşünmediği, planlamadığı yönde kararlar alıyor, almak zorunda kalıyor. Bu kararlar, eğer ki yaşamınızda vicdan, ahlaki sorumluluk, etik meselelerini dert ediyorsanız zaten kaçınılmaz oluyor.
Hele ki bu yukarıda saydığımız meseleleri mümkün kılanın olmazsa olmaz koşulunun, “özgürlük” olduğunun bilincindeyseniz seçme özgürlüğünüze sıkı sıkı sarılın, öz-gerçekleştirim serüvenimizde bir sürü sürpriz bizleri bekliyor!
Not: Sevgili Nilay Örnek’in benimle yapmış olduğu “Nasıl Olunur” podcast yayını sonrası bu yazıyı yazma fikrim doğdu, kendisine kocaman bir teşekkür.
(YGİ/EMK)