17 Ekim 2007: TSK’ya sınır ötesinde askeri harekât için meclisten onay çıktı.
22 Ekim 2007: Dağlıca karakolu basıldı 12 asker hayatını kaybetti.
24 Haziran 2008: Dağlıca baskının ordu yetkililerince bilindiğine yönelik iddiaya dair belgeler yayınladı. (Taraf Gazetesi)
4 Ekim 2008: Aktütün karakolu basıldı, 17 asker hayatını kaybetti.
8 Ekim 2008: TSK’ya verilen sınır ötesi askeri hareket yetkisi bir yıl daha uzatıldı.
8 Ekim 2008: Aktütün baskının önceden tüm karakollara ihbar edildiği bilgisi haber yapıldı. (Taraf Gazetesi)
Tarihsel benzerliklerin önemi
Kürt politikası son 24 yıldır devletin kendi Kürt tanımı içinde kabul, bunlar dışındaki kesin ret biçiminde ele alındı. Öyle ki, devlet kendi televizyon kanalında Kürtçe yayın yapma kararını aldı, ancak fiili anlamda başlatmamak için bin takla atıyor. Kürtçe yayın yapmak isteyen her türlü yayın organı ilk fırsatta sansürlendi, cezaevlerinde yasal hak olan telefon görüşmeleri Kürtçe yapıldığı için engellendi.
Ancak hayat böyle ilerlemiyor. Tek tanım (dil-bayrak-millet) bizzat yaşam tarafından genişletildiği anda da, bu duruma çözüm üretmek gibi derdi olmayanlar ve/veya sadece bir ya da birkaç çözüm yolu bilenler, şiddetti gerekçe göstererek şiddeti arttırmanın yolunu açmak için her türlü yola başvuruyor.
Tarihte bunun örnekleri var: Savaş başlatmak için kendi askerine başka ülkenin ordusunun kıyafetini giydirerek kendi askerine saldırtmak (Almanya’nın Çekoslavakya’yı işgali); saldırının istihbaratı olduğu ve de bunu engelleme gücü varken saldırıya izin vermek (Pearl Harbor ve 11 Eylül).
Dağlıca ve Aktütün karakollarına yapılan baskınların, sonrasında yaşananlarla düşünüldüğünde, yukarıdaki tarihsel örneklerin birebir uyuştuğunu tam olarak söylemek için henüz erken. Birebir benzerliğin olduğunu şimdiden söylemek kolay değil, çünkü yukarıda verdiğimiz tarihsel örneklerde, o ülkelerin mevcut iktidarları, kendilerine yapılan saldırıların, tamamen düşman tarafından planlanıp yapıldığı propagandasını yapmış ve kendi yaptıklarını (kendilerinin saldırması ve ya yapılacak olan saldırıya göz yummuş olmaları) daha sonraları ortaya çıkarılabildi. Ancak bu ciddi benzerliği yok saymak da süreci tahlil etmede önemli bir eksiklik olur.
Daha genel olarak, sınıflı toplumun o anki üst sınıfları var olan mevcut yapıyı korumak için kılıfına sokarak ya da sokmayarak ihtiyaç duyduğu her yolu kullanıyor.
Yaşanan ekonomik kriz ve yansımaları
Ekonomistlerin geleceğini son bir yıldır yüksek perdeden söyledikleri küresel mali kriz, hem son yüzyıl ve binyılın hem de yeni yüzyıl ve binyılın en yıkıcı krizi olarak çoktan tanımlandı ve başladı.
Büyüklüğü itibariyle1929 bunalımıyla karşılaştırılan bu krizin en belirgin yönü, 1929 ve sonrası gibi birkaç günlük büyük ataklar biçiminde değil tam tersine hem zamana yayılan hem her atağı bir öncekinden şiddetli bir kriz olması.
Öyle ki, geçen hafta ABD senatosundan geçen ve büyük umut bağlanan 700 milyar dolarlık yardım paketi ancak 1 günlük ateşi söndürdü, ateş yeniden yükselmeye başladı. Şimdi, krizin mali ekonomi dışında ticaret ekonomisine ne zaman vuracağı konuşulmaya başlandı bile.
Bu kriz öyle bir kriz ki, bir ülke ekonomisinin sarsılmasına değil, İzlanda’da olduğu gibi ülkenin fiilen iflasına yol açabiliyor.Emperyalizmi bile bu kadar şiddetli etkileyen bir ekonomik krizin Türkiye’yi az etkileyeceğini ve yansımalarının da en az olacağını söylemek en hafifinden körlük olur.
Her ekonomik kriz, sadece sınıfsal bazda karşıtların mücadelesini tetiklemez. Aynı zaman ekonomik kriz kendi alanı kadar, güçlü biçimde her türlü krizi (dinsel, ulusal, mezhepsel krizi) doğrudan büyütür.
Yeni kriz(ler) dönemi
Ekonomik krizin yeniden yapılanma sürecinde krizden asıl etkilenenlerin sistemin karşısına geçmek yerine yeniden sisteme eklemlenmesi öncelikli bir görev haline gelir. Çünkü her egemen bilir ki nicelik ve nitelik olarak toplumsal desteğe sahip olamazsa, kendi kendine varlığını sürdürme ihtimali hemen hiç yoktur. Bu nedenle de ekonomik krizin yoğunlaştığı süreçlerde, tarihsel olarak geçmişi olan çatışma alanları derinleştirilir, eğer yoksa bu tür çatışmalar üretilir.
Türkiye’de bu düşünceden muaf değil elbette. En basitinden, 1980 öncesi yükselen muhalefeti hem bastırmak hem de sistem tarafından ezilen kitleleri kendisine yedeklemek için devletin sivil ve resmi olarak Alevi-Sünni ayırımını nasıl kullandığını hatırlamak yeterli.
Aktütün baskını sonrasında Türkiye’de yönetim sathında yükselen koronun “daha fazla askeri güç” istediği açık. Öyle ki CHP Genel Başkanı Deniz Baykal olay sonrası tüm açıklamalarında “neden daha fazla silah kullanmadık, şimdi daha fazlasını kullanmalıyız” söylemini en açık biçimde dile getiren kişi oldu.
Ancak bunun yanında sivil aladaki çatışmanın da yükseleceği bir süreç başladı. Aktütün öncesi, Balıkesir Altınova’da Kürtlere yönelik galeyan; İzmir Dikili ilçesinde DTP binasının açılış öncesi kundaklanması; Adana’da adli bir olaydan sonra kitlelerin linç girişimlerini münrefit olaylar olarak görmek ciddi hata olur.
Yaşanan süreçle birlikte Maraş, Çorum ve Sivas olaylarının benzerlerinin oluşma ihtimali dünden çok ama çok daha fazla. Bu nedenle yakın gelecek için olası her duruma hazırlıklı olmak gerekli. Hele ki, 93 Sivas katliamında olduğu gibi, katliamı engelleme gücü olduğu halde, buna göz yumanlardan medet ummanın bedeli o zaman olduğu gibi bugün de ağır olacaktır.(DEZ/EÜ)