Amerikalı yönetmen Clint Eastwood’un anlattığı bir hikaye var bugünlerde beyaz perdede: “Changeling”. Ya da sinema afişlerindeki Türkçe çevirisiyle “Sahtekar”...
Gerçek bir olaydan alınan öykü, 1928 Amerika’sında geçiyor. Los Angeles (LA) eyaletinde oğlu Walter (Gattlin Griffith) ile yaşayan dul bir kadın olan Christine Collins (Angelina Jolie) Pasific Telekominikasyon şirketinde yönetici olarak çalışmaktadır. Aslında hafta sonları çalışmayan Christine, çalışma arkadaşlarından birinin aniden rahatsızlanması üzerine, bir cumartesi oğluna sinema sözü vermiş olmasına rağmen işe gitmek zorunda kalır. Aynı günün akşamı eve geldiğinde küçük Walter evde yoktur. Telaşa kapılan Christine, önce bütün mahalleyi arar ancak oğlunu bulamaz, bunun üzerine polisten yardım almaya karar verir. Fakat polis, bu tür ihbarların 24 saatten önce “genelde kaybolan çocuklar sabah eve dönüyorlar” gerekçesiyle işleme alınmadığını söyler. Christine çaresizlik içinde günlerce telefon başında bekler ama aradan günler geçmesine rağmen hala oğlundan haber alamaz.
Çocuk bu; korkunca boyu da kısalır, her birşey olur!
Neden sonra bir gün polis merkezinden oğlunun bulunduğuna dair bir telefon gelir. Peşinde bir gazeteci ordusu ve pis işleri ile bilinen polis şefleri olduğu halde tren istasyonuna gider. Ama “bulundu” denilen çocuğun, kendi oğlu ile hiç ilgisi yoktur. LA polis departmanının kendine has yöntemleri ve kuruma laf getirmemek için uyguladığı yasa dışı yöntemlerden dolayı bir anda baskı altında kalan Christine, her ne kadar çocuğun kendisine ait olmadığını savunsa da, bu çocuğu eve götürmek zorunda kalır; zira fotoğraflar çekilmiş, gazeteler manşetlerinde polisin başarısından bahsetmiştir bile.
Çocuk Walter değildir, evet... Mesela Polisin anneye teslim ettiği çocuk Walter’dan tam 7 santimetre kısadır. Ve fakat sistem o denli çürümüştür ki, bir gün LA Polisi tarafından eve gönderilen bir doktor, Walter’ın yaşadıkları nedeniyle “çekmiş” olduğunu söyleyecek kadar işine ve hayata karşı gayrı ahlaki bir tutum içerisindedir.
Buna da itiraz edince polisin tek bir çaresi kalmıştır: Anneyi tımarhaneye tıkmak. Bayan Collins, burada da ettiği Hipokrat yeminine devleti için ihanet eden hekimlerle karşılaşacak ve onların hunharca tedavi yöntemlerine maruz kalacaktır.
Haksızlıkla mücadele
Zaman içinde gelişen olaylar, LA polisini içinden çıkılmaz karmaşık olaylar zincirinin içine sokacaktır. Christine ise şehrin polis şeflerine karşı kilisede ve radyodaki programlarında savaş açan papaz Gustav Briegleb’in (John Malkovich) de desteği ile kimsenin yapamadığını yapacak, polise meydan okuyacaktır.
Çocuğunu kaybeden bir annenin dramı, artık yozlaşma ve çürümüşlük adına dibe vurmuş bir teşkilatın insanı inciten, dalga geçen, hatta yok sayan yapısı, siyasi baskılar ve korkularından dolayı susmak zorunda kalan insanların çaresizlikleri ve en ufak umudu dahi değerlendiren bir grup insanın cesareti anlatılıyor filmde.
“Sahtekar”, devlet sistemindeki kokuşmuşluğunu öyle iyi gözler önüne seriyordu ki, 1920’ler Amerikası’ndan kopup gelen bu hikaye, İstiklal Caddesi’ndeki bir sinema salonunda içimizi acıttı.
Aslında “Sahtekar”da gördüklerimiz, geçen yüzyılın başlarında Amerika’da bizzat devlet tarafından topluma dayatılan insan hakları ihllalerinin yıllar sonra bu coğrafyaya da yansıyan izdüşümüydü, çok uzun yıllardan beri hatta hala yaşadıklarımızdı. Bugün de bu topraklarda devam eden yozlaşmanın, çürümüşlüğün, karanlığın resmiydi. Fotoğraf Atlantik’in öte kıyısından, üstelik yıllar öncesinde çekilmişti. Nasıl da uyuyordu 2009 yılındaki kendi gerçekliğimize.
Filmin düşündürdükleri ve örtüşen gerçekler
31 Ocak Cumartesi günü, sinemadan sokağa çıkıp Galatasaray Lisesi’nin önüne gelince, aslında filmin yüzümüze vurduğu, bu topraklarda acısı bambaşka yaşanan bir başka gerçekle, Türkiye’nin kendi gerçeği ile yeniden yüz yüze geliyorduk bir kez daha.
Cumartesi anneleri, yıllar sonra yine kayıplarını aramak için oturuyorlardı Galatasaray Meydanı’nda. Polis yaklaşık 5 yıl devam eden Cumartesi Anneleri eylemini, 1999 yılında kayıp annelerine ve onlara destek verenlere saldırarak sona erdirmişti. “Biz kaybettiysek biz buluruz, siz aramayın” demeye getiriyordu, hani lazım olursa komünizmi de kendisi getirirdi ya devlet, o hesap.
İşkenceden ölenlere “darp yoktur” diye raporlar yazan doktorların, katlettiği gazeteci Metin Göktepe için sandalyeden düştü diye rapor tutanların, yaratılan karalığın içinde Hrant Dink’i öldürtenlerin, Engin Çeber’i karakolda ve cezaevinde tümüyle savunmasız bir halde iken sistemli bir şekilde yok edenlerin yaşadığı bir ülkeydi burası hala. Şimdilerde çeteler ile savaş adına açılan “Ergenekon” davasının sürdüğü, başbakanın “Temiz eller operasyonu”na atıfla kutsadığı bir süreçte, polis Cumartesi Anneleri’nin yıllar önce hep oturduğu Galatasaray Lisesi’nin tam önünde eylem yapmasına izin vermiyordu mesela. Lisenin giriş kapısını eylemcilere su sıkmakta kullandığı kamyonlar ve Çevik Kuvvet otobüsleri ile tutmuşlardı. Sistem annelerden çekiniyordu. Neden peki?
Bu korku ne diye?
Çünkü kaybın- kayıpların sorumlularının kendi içerisinden olması ihtimali bile, devlet organizasyonunu ürkütüyordu. Fırat’ın ötesindeki Ergenekon’a uzunca bir süre sessiz kalan bu mekanizma, “Kayıplarımızı bulun” diyenleri her zaman olduğu gibi bugün de ötelemek, sürmek, uzaklaştırmak niyetindeydi. Maksat bir yandan çeteler ile Ergenekon üzerinden hesaplaşmayı sürdürürken, defteri kebirin borç ve alacak hanesini kendisi doldurmaktı. Kayıp çocuğunu arayan annenin sesini daha önce de yaptığı gibi gırtlağında düğümlemek niyetindeydi.
1990’lı ve 2000’li yıllar boyunca sadece Taksim çevresinde yüzlerce eylemi takip etmiş bir gazeteci olarak beni en çok şaşırtan, Susurluk döneminde olduğu gibi sorumluların “faş edilme korkusunu” açık ve sarih bir şekilde görmekti. “Kopenhag kriterleri” olmazsa yola “Ankara kriterleri” ile devam etmekten bahseden bir hükümetin komutasındaki devlet güçleri, tıpkı 10 yıl önce olduğu gibi resmi polislerin yanı sıra onlarca sivil polisi Cumartesi annelerinin üzerine yollamıştı. Yıllardan beri bu kadarını bir arada görmemiştik; sarkık bıyıkları, siyah kabanları, uzun saçlı gençleri ve tabii ellerinde telsizleri ile teşkilat oraya yığılmıştı. Hak aramak, yitip giden çocuklarını, eşlerini bulmak falan “siyasi şube”ye göre siyaseten çok sakıncalıydı belli ki. Kriter filan da 2009’da bir Cumartesi günü Galatasaray’a kadardı.
Gerçek bir yüzleşmenin samimi ölçütü nedir?
Bütün bunlara rağmen, yıllardır kayıpların ve ölümün acısını yaşamaya devam eden Cumartesi Anneleri, oturma eylemini yeniden başlattılar. Bu hafta gözaltında kaybedilen Ali İhsan Dağlı'nın dosyasının Ergenekon davasına dahil edilmesini isteyen kayıp yakınları tüm faillerin yargılanmasını talep ediyordu.
Belli ki bundan böyle çetelerin ortaya çıkarılmasını istemenin samimi ölçütü, devam edebildiği sürece Cumartesi Anelerinin yanında yer almak olacak, onların gerçek acılarını paylaşmakla anlaşılacak samimiyet.
Cumhuriyetçi Amerikan değerleri sahiplendiğini her zaman ifade etmesine rağmen, açık yüreklilikle düzeni kayıplar üzerinden eleştirme cesaretini gösteren Clint Eastwood’un “Changeling” filmi devletin içinden birilerinin uyguladığı şiddetin, haksızlığın, gerçeklerin altını çiziyor. Latin Amerika, Ortadoğu gibi bölgelerde yıllardır süregelen hukuksuzluğun, geçen yüzyılın başlarında ABD’de yaşanan halini ve bir annenin mücadelesini yansıtan karelerin birleşimi, ortaya sarsıcı bir film çıkarmış. Hasılı kelam Eastwood, korkmadan mücadele etmenin, asıl mağdurun yanında olmanın ve samimiyetin ne demek olduğunu gayet iyi anlatıyor. (MU/EÜ)