* Bu mektup yazarımız Füsun Erdoğan'ın Gebze Kadın Kapalı Hapishanesi'nde kaleme aldığı son mektup. Erdoğan 8 Mayıs Perşembe günü tahliye edilirken son "Görülmüştür" mektubu yanındaydı.
Önceki gün Freedom House, 2014 raporunu açıkladı.
Rapora göre Türkiye, 42 ülkenin yer aldığı Avrupa’da basın özgürlüğü olmayan tek ülke!
Ver geçtiğimiz yıl “kısmen özgür olan ülkeler” kategorisinden bir alt sıraya düşerek “özgür olmayan ülkeler” kategorisinde yer almış!
Yani geçen yıla göre 14 sıra daha gerilemiş ve 197 ülke arasında 134. olmuş!
Ne diyelim? !
Adalet ve Kalkınma Partisi Hükümeti’ne hayırlı, uğurlu olsun!
Freedom House’un raporu açıklanır açıklanmaz hükümet cenahında yapılan açıklamalar sıraya dizildi.
“Türkiye’de tutuklu gazeteci yok!” tekerlemesi ağızdan ağza dolaştı.
Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, ortada bir tutuklu gazeteciler sorunu var!
Ve bu gerçeği inkârla, karalama kampanyalarıyla karartmaları da, gizlemeleri de mümkün değil.
Türkiye’de hakikaten basın özgürlüğü sağlanmadan, polis imalatı kâğıt parçalarıyla yasadışı örgüt dosyalarına monte edilen gazeteciler özgürlüğüne kavuşmadan, tutuklu gazeteciler sorunu çözülmeden!
Ki, bunun için en başta Terörle Mücadele Kanunu (TMK) çöpe atılmadan, Türk Ceza Kanunu'nda (TCK) ilgili değişiklikler yapılmadan Türkiye, dünya kamuoyu önünde küme düşmeye devam edecek…
Gazeteci, meslek örgütleri ve biz tutuklu gazeteciler olarak, basın özgürlüğü ve özgürlüğümüz için mücadelemizi sürdüreceğiz.
Hazır söz basın özgürlüğünden açılmışken, bu vesileyle anlayışınıza sığınarak, çoktan unutulmuş olsa da bir zamanlar kurucusu ve yöneticisi olduğum Özgür Radyo’da RTÜK’ün sansürüne karşı yürüttüğüm mücadeleyi paylaşmak istiyorum.
Öncelikle belirtmeliyim ki, insanın başının üzerinde Demokles’in kılıcı gibi yasakların/sansürün sallandığı koşullarda çalışmak da, üretmek de, yapılan işin hakkını vermek de, yaşamak da hayli zor bir iş.
İşinizi fiilen yapma, ayakta tutma istek ve iradesi ile sizi sokmaya çalıştıkları demir kalıp içinde hareket etmenin zorluklarıyla her gün, her saat boğuşmak, mücadele etmek yaşamak için şart.
Hep bir diken üzerinde oturma hali, hakikaten insanı güçten de, takatten de düşürüyor.
Ve ne yazık ki, tarih boyunca gazetecilik, yazarlık, şairlik, yayıncılık gibi düşünsel-entelektüel uğraşlar ceberut devletin enva-i çeşit baskı ve zulüm politikalarına direnerek bugünlere gelmişlerdir.
Boyun borcumuz olan gelecek kuşaklara özgür ve güzel bir ülke, dünya bırakma düşümüz için, varlığını sürdüren her çeşit baskı ve kısıtlamaya, hak gasplarına karşı baş eğemez bir mücadele yürütmektir.
1990’lı yılların ilk yarısında başlayan özel radyo ve televizyon yayıncılığı da devletin yeterince denetleyememe, sansürün gevşeme ihtimaline karşı basın yasasının yanı sıra RTÜK yasasını çıkardılar.
Bir de ekranı karartılan, mikrofonları susturulan kurumların, yazılı basında olduğu gibi kapatıldığında yeni bir şirket ve isimle yoluna devam etmesine engel olacak bir yasa maddesini de yürürlüğe koydular.
Yasaklar tıpkı bir mengene gibi yayıncıları sıkıştırarak, kapatma cezalarına karşı otosansüre sarılmamızı zorunlu hale getirdiler.
Ekranın karartılmasını, mikrofonların susturulmasını istemiyorsan, oto sansür uygulayacaksın!
Uygulamazsan 3984 Sayılı yasanın 4/9 maddesiyle gelsin kapatma cezaları.
Bugün hala aynı mı bilmiyorum, ancak o günlerde iş bununla da bitmiyordu.
RTÜK radyonuzu susturmakla kalmayıp, bir de sizi DGM savcılığına şikâyet edip radyonun yöneticisi ve programcıların TMK’yla yargılanıp, cezalandırılmanızı istiyordu.
Birde RTÜK sansürcüleri söylenin dışında kimin, hangi kurumun söylediğine de bakıyordu.
Yani sırtınız kalın değilse, her hangi bir medya tekeline bağlı değilseniz çok basit gerekçelerle aylara, yıllara varan cezalarla RTÜK’çe yok edilmeye çalışılırdınız.
Ne zaman o günleri hatırlasam; haber merkezi çalışanları ve programcıların beni, ellerindeki metni sakıncalı olmayacağına inandırma çabalarını hoş bir tebessümle anlıyorum.
Sanki ben ikna olursam, sorun olamayacakmış gibi!
Her defasında kendimi savunma ihtiyacı duyardım. Radyonun kapatılmaması, ayakta kalabilmemiz, yaşayabilmemiz için çalıştığımı hatırlatırdım arkadaşlarıma!
RTÜK üç aylık ilk kapatma cezası verdiğinde tüm çalışanlarla, dinleyicilerimizle uğratıldığımız haksızlığa karşı adeta tek yürek, tek vücut olmuştuk.
Son ana kadar Ankara’da yürütmeyi durdurma kararı çıkması için avukatla uğraşlarımız…
İdare Mahkemesi’nden aldığımız red yanıtı üzerine, sevgili Barış’la gece yarısı yollara düşüşümüz…
Eskişehir Bölge İdare Mahkemesi’nin kapısında avukat Mehtap’la ve Barış’la gerim gerim gerilerek, bir umut diyerek bekleyişimiz…
Ve her kapatma davasında bir tekrara dönüşen bu hallerimizi nasıl unutabilirim ki?
Bugün o yıllarda verilen kapatma cezalarının gerekçelerine bakınca, bize yaşatılanlara duyduğum öfke ve isyanımdan hiçbir şeyin eksilmediğini hissediyorum.
Emek vermek, tutkuyla çalışmak, bağlanmak denilen şey bu olsa gerek!
Bir programda Evrensel Gazetesi’nden Semih Hiçyılmaz’ın “Harp Okulunun Bahçesinde Boş Yer Var mı?” başlıklı yazısından okunan bir pasaj nedeniyle 1998 yılında tam üç ay mikrofonlarımız susturulmuştu.
Bunun gibi hakikaten sudan gerekçelerle Özgür Radyo’nun mikrofonları tam beş kez toplam iki yıl 10 ay susturuldu.
Birinde RTÜK Bölge Müdürü ile görüşmemizde; “Bizden ne istiyorsunuz? Emniyet Müdürü Hasan Özdemir’in açıklamasını Hürriyet Gazetesi’nden alıp haber yapmamıza, Kültür Bakanlığı’ndan bandrollü ezgileri çalmamıza bile birer yıl kapatma cezası veridiniz. Bu nasıl bir iş” diye sormuştum.
Verdiği yanıt esnasında her şeyi açıklamaya yemişti.
Radyonun kapatılması, sesinin toptan kısılması için siyasi polis ve MİT’in ha bire arayıp baskı yaptığını söylemişti.
Durum böyle olunca, kapıyı çekip radyoculuğu bir tarafa bırakmak gerekiyordu.
Daha doğrusu bu dayatılıyordu.
Bunda baskının ve maddi zorluğun içinde direnmeyi seçtik.
Ve bir kez daha yaşamanın direnmekten geçtiğini kanıtlamış olduk.
Sabırla, inatla bütün kapatma davalarını takip edip, iç hukuk yollarının tükenmesini bekledim.
Sonra da, tüm kapatma davalarını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) taşıdım.
RTÜK’ü AİHM’e şikâyet eden ilk kurum biz olduk.
AİHM dosyaları kabul edip, Türkiye’den savuma istediğinde; Anadolu Ajansı’nın bu davalar RTÜK’ün yapısının değişmesine yasada değişiklik yapılmasına neden olabilir diye haber yaptığında yaşadığım sevinç ve mutluluğu cümlelere dökmem gerçekten mümkün değil!
2000’lerin başında AİHM kapatma cezalarıyla ilgili Türkiye’den savuma isteyip dostane çözüm önerince biraz rahatladık.
Tabi dostane çözümü kabul etmedik.
Zira bunun için tek şartım yasa değişikliğiydi. Sansürün kaldırılmasıydı.
RTÜK kabul etmedi.
Dosyalar bizim lehimize sonuçlandı, Türkiye her bir dosya için tazminat ödedi!
Birde RTÜK yasasında bazı değişikliklere gidilse de, kâbuslumuz olan 4/9 bendi “şiddeti övmek, toplumda korku yaratmak” bir başka harfe terfi ettirilerek korundu.
O zamanlar RTÜK İstanbul Bölge Müdürlüğü ile görüşmelerimde hep; “yayıncılıkta neden bu kadar ısrarcısın” sorularına büyük bir inançla Türkiye’de bir gün basın özgürlüğü ve sansüre karşı mücadelenin tarihi yazıldığında Özgür Radyo ismi ve sansüre karşı mücadelemizin o tarihin en güzel, en temiz sayfalarında yerini alacağını emeklerimin asla boşa gitmeyeceğini söylerdim.
Ve bugün hala kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın bu inancımı koruyor olmak bana güç veriyor.
Büyük bir bedel ödemek payıma düşmüş olsa da, bu gerçeği karatmaya kimsenin gücü yetmeyeceğine ve bir gün mutlaka basın özgürlüğünün Türkiye’de de sağlanacağına inanıyorum. (FE/HK)
* Füsun Erdoğan, Gebze Kadın Kapalı Hapishane, 3 Mayıs 2014