Bu yazı ilk olarak Cogito Dergisi'nin "Annelik" başlıklı 81. sayısında (Yaz 2015) yayımlanmıştır.
Zeynep Kamil Doğum Hastanesi,
30 Eylül – 1 Ekim 2011
Normal doğum yapmak istediğimi biliyordum, hamileliğin başından beri de buna mani olacak bir durum yok gibi görünüyordu. Ama 34. haftada iki gün inmeyen ateşle hastaneye gidince işler biraz karıştı. Meğerse yüksek ateş hem yavrunun kalp atışlarını arttırıyormuş hem de ani bir açılmayla erken doğuma sebep olabilirmiş. Velhasıl ben, "Durun, daha benim koskoca yedi haftam var" diyemeden kendimi doğumhanede buldum. Mesai saatinin sonu olduğu için hastane katlarındaki nöbetçiler yetersizdi ve acil müdahale gerekirse diye en iyisi doğumhanede olmamdı. Aslında "travay odası" demeliyim – Fransızca çalışmak anlamına gelen travailler fiilinden pek şık türetmişler kelimeyi. İngaaa seslerinin duyulduğu esas doğumhaneden önce yumurtanın kapıya dayanmasını beklerken saatlerin geçtiği yer...
Yalnızlık ömür boyu?
Doğumhane kapısında annem ve Füsun Anne'den ayrılırken yanıma çanta, telefon, aslında hiçbir şey alamayacağımı söylediler, ben de "bir kendim bir ben" girdim içeri. Muayene, form, damara kelebek takma filan derken bir müddet sonra serumumla baş başa kaldım. Etraf curcuna ama benim yatağın önünde perde var, oradakiler için aslında yokum. Hafiften koptum. Neredeyim, niye, niye ben... Nasıl bir yalnızlık. Saat 4'te kapıdan girdim, belki sabaha çıkarsın diyorlar, bunca saat kimsesiz, yapayalnız olmam lazım. Doğumhane dedikleri bu. Üstelik şimdiki sadece prova. Aslı kim bilir ne kadar sürecek? "Senin gibi keyfine düşkün, hedonist bir insan, vay be kızım Nazo!" derken yalnız olmadığımı fark ettim. Bariz. Benimle birlikte 'Adsız' da var, epey var.
Kendime notlar aldım
Doğurmadan çıkacağımı bile bile –yani aslında uma uma– doğumhanede bir gece geçirmek fırsatı tabii garip hisler doğurdu. Bir miktar korktum ya feci şeyler görür de önümdeki müsabakadan iyice tırsarsam diye. Ama serde iyimserlik var, o yüzden bu geceyi kendime bir önhazırlık gibi algılamaya karar verdim. Ben de bir şeyler öğrenecek, yedi hafta sonra maça daha hazırlıklı gelecektim! İçeri girdikten 5 dk. sonra kendime ilk notum şişe su oldu. Benim gibi günde 5 lt. deviren kadın, nasıl da su almadan gelebilmiştim? Fakat bir saat içinde fark ettim ki doğuracaklara yemek içmek yasakmış. Notu silelim Nazan! Yine de ufak çıkarımlarım oldu. Mesela terlik, gecelik nasıl olmalı, bacaklar nasıl açılmalı, doktorlar nasıl yakına çağrılmalı... Bakalım zamanı gelince işe yarayacak mı?
Çığlıklar
İlk girdiğimde yanımda sarı gecelikli, iri yarı, yüzü pek güzel bir kız vardı. Genç. Erken 20'ler derdim. Ama dördüncüymüş gelen. Fakat kız çok dertli, bu doğmuyor deyip duruyor. Asabi, küskün. Zamanla bebek yaklaştı herhalde, kız inlemeyi arttırdı. Ama yine de pek hanımağa, pek üst perdeden bağırıyor. Sabah gelen boylu poslu kız da değme sopranolara taş çıkartırcasına çığırıyordu. Aman Allah ne ses! Personel bile şaşkın gibiydi. "Sus bayan" filan dediler. Annem de söylerdi, bağırana inadına bakmazlar Zeynep Kamil'de diye (ben ve kardeşim de buralarda bir yerlerde doğmuşuz). Gerçekten de kadın ısrarla "Ay geldi buuu..." derken, hemşire doktor kim varsa etrafta, "E iyi ya, gelsin bırak" diyorlar yerlerinden. Ben nasıl olurum, sesim nasıl çıkar kestiremedim. Acıyla empati zor.
Mahrumiyet
İçeri girdikten sonra ilk maruzatım susuzluk oldu. Ateş yükselmekte. O yüzden deli gibi bir ağız kuruluğu, dehşet bir susuzluk hissi. Önümü perde kesse de garsona "Bakar mısınııııız?" tizliğinde düşmeden birkaç defa affedersiniz, "doktor bey, doktor hanım" gibi çırpınmalarım oldu. Ama nafile. Kendi karambolleri içinde yuvarlanıyorlar. En sonunda birini yakalayınca doğurma ihtimalim var diye reddettiler. Doğuma girecek olursam midem boş olmalıymış. Ama bu esnada kendileri yemeğe çıkıyor, paket paket bisküviler açıyor, yanına çay demliyorlar. Ortam hep atıştıran kadın dolu. Erkek personel nedense o kadar meraklı değil abur cubura... Ben kendime mütemadiyen küfrediyorum tabii. Sabah yarım dilim ekmek, öğlen de bir dilim ekmekle azıcık peynir yemişim sadece. Gözümün önünden yemekler geçiyor ve de annemin çeşitli ısrarlarına direndiğim için kendime kızıyorum. Bu arada da gözüm hep NST çizelgesinde. Bebek sakinleşse de ben de risk zone'dan çıksam diye. Millete "Yok yahu, ben bugün katiyen doğurmam" diyeceğim ama kim inanacak? Neyse şans bu ya Alim geldi gece 11 gibi, o sırada da doktor yeyip içebilirsin dedi. Hem onca zaman sonra Ali'yi görmek hem de nedense üniversite kantininde yenen öğlen yemeklerinden beri yemeyi aklıma bile getirmediğim kaşarlı tost nasıl da iyi geldi! Bir de güzelim bana tam iki şişe sıkılmış portakal suyu getirmiş. Onların tadını hiç unutamam artık. Ne demişler Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin. Doğru.
Acının dili
Demin acıyla empati zor yazdım. Herkesin kaldırma eşiği başka, herkes yıllar boyunca farklı tepkilere koşullanmış. Üstelik gördüm ki acının dili de farklı. Bireysellikler bir yana, dilsel, kültürel tarafları da var belli ki acı çekmenin, acıyı yaşamanın. Çoğunlukla kadınlar "aaaah" diye tiz çığlıklar atıyorlar. Bir sürüsü "anam" diyor. Çok kişi dua mırıldanıyor, sesli ya da sessiz. Gelen ikinci Kürt kadın da böyleydi; o da herkes gibi kıvranıyor, inliyordu. Ama onun çığlıkları "aaaah" diye değil "weeee" diye yükseliyordu. Ne acayip. Evrenselmiş gibi varsaydığımız bir nida aslında öyle değil. Beden gibi acının da dili var.
Ikın ıkın
Amerikan özentisi ya da işte çok bilmiş şehirli orta sınıf anneler gibi takılmak istemediğim için, doğumla ilgili okumalardan özellikle kaçındım. Hep kafamda "Bu milyonlarca yıldır yapılan, doğal bir şey, o kadar da zor olmasa gerek" hissiyatı. Nasılsa gidince bir yol doğururuz... Ama doğumhanede olunca, çok da kolay olmadığını defalarca görünce, azıcık da ders çıkarmaya çalıştım – gözlemci, pozitivist sosyal bilimciden kaçış yok. Hemen söyleyeyim, çok kayda değer bir neticeye ulaşamadım. Bacaklarını çok aç, iyi aç. Bunu yapması galiba zor, çünkü kadınlar pek feryat ediyorlar doktorlar bacaklarını ayırmaya çalışınca. Deneyeceğiz artık. Azıcık yogilik... Bir de ıkınmak lazım. Bu da babaannelik laftır, hatta ben "tevatür mü acaba, modern tıp zararlı bulmasın bunu sakın" diyordum. Hayır efendim, tam tersi. Doktorların baş lafı: Ikın! Ikın!
Doğum 1 konforu
Cumartesi sabahı, bir yandan epey ilginç bir deneyim yaşadığımı düşünüyor öte yandan da yeter ama bir gece daha flüoresan ışıkları altında uykusuz, susuz kalmak istemiyorum diye düşünüyordum. Neyse ki doktorlar da henüz doğurmayacağıma kani olmuş, artık kata çıkabilirsiniz dediler. Erken doğum riski olan kadınların yattığı Doğum 1'e çıkardılar. Zeynep Kamil, hastaneden çok oteli andıran özel hastaneler gibi konforlu bir hastane hiç değil. Koğuş gibi odalarda, dört beş başka hastayla kalmak gerekiyor. Üstelik ziyaretçileri sadece öğleden sonra 1'le 3 arası gelebiliyor. Yine de koridorlardaki bisküvi, çay/kahve, su makineleri yüzümü güldürdü. Üstelik annem temiz kıyafetler, temiz çamaşır, meyve getirmiş. Cam kenarındaki yatağıma uzandım, ılık Ekim rüzgarı güneşi derken, yeraltındaki camsız doğumhaneyle karşılaştırınca konfora boğulmuş gibi hissettim kendimi.
Karılar Koğuşu
Herhalde kitabı da yeni okuduğum için kattaki her macera her kaynaşma "Karılar Koğuşu"ndaki kavgalar ya da yakınlaşmalar gibi geldi. Hastane genç, erken evlenmiş, bir sürü garip garip hikaye anlatan kadınlarla dolu. Bazıları çok bilmiş ya da güya çok görmüş geçirmiş olmak hasebiyle herkese ders veriyor, akıl anlatıyorlar. Azıcık hapishane ağaları gibiler. Doktoru, hemşireyi ismiyle biliyorlar, uzun zamandır buradalar belli. Hafif bir laubalilik var her hallerinde. Bitmez tükenmez doğum hikayeleri. Şu böyle gelmişti, beriki böyle gitmişti. Şunun sebebi bu, bunun sonucu şu. Hepsi birer doktorcuk olmuşlar.
Doğum 1 katında topu topu 24 saat geçirdim ama elimde kâh kitabım, kâh şu satırları yazdığım defter kâh gazeteyle epey ayrıksı bir karakter kaldım koğuşta. Kimselere ilişmeyen biraz dışarıda biri. Kadınların katiyen kötü davrandığı filan yok, ama ne deseler, ne düşünseler bilemiyorlar galiba. Sen nerelisin, ne iş yapıyorsun gibi sorular geliyor. İstanbulluyum, tarihçiyim. İki cevap da kadınlara anlamsız geliyor (kimse İstanbullu değildir, tarihçi ne allasen bakışları). Yani kitaptaki siyasi suçlunun tıpkısı gibiyim. Bir şekilde aynı şartlar altındayız, başımızın üstündeki çatı bir, ama aramıza mesafe koyan bir şey var. En çok da yalnız takılmam. Hep kendi derdimdeydim, elimdekiyle oyalanıyorum, muhabbetleri denk gelirse dinliyorum ama bir şey anlattığım yok. Koğuştayım ama dışarıdayım.
Kolay doğum sırları
Doğumhanede beklediğim travay kısmında da erken doğum riski olanların katında da haliyle her an doğurmak üzere olan kadınlar var – ya doğum zamanı gelmiş ya da gebelikleri riskli bir hal almış filan. O yüzden herkes önündeki birkaç hafta ya da gün sonunda gelecek acılı ana karşı alarm vaziyette. Önemli konu elbette acısız kolay bir doğum yapabilmek. Dün mesela bir kadın doğumdan önce üç gün bol bol hurma yemekten söz etti. Ama tabii ne zaman doğuracağın net olmadığı için haftalarca hurma yemek de gerekebilir. Bir de sormayı unuttum; Trabzon hurması mı, Ramazan'da yenen Medine hurması mı? Diğer bir teori de ayvanın çekirdeklerini kaynatıp içmek. Jel gibi kaygan bir şey oluyormuş, çocuk da öyle vıjk diye kayıp gidiyormuşmuş... Pek inanasım gelmedi ama birkaç Trabzon hurmasından bir zarar gelmez.
Tayyip bebek
Hâlâ karnımdaki bebeğe bir isim bulamadığımız için burada da hani olur ya iyi bir fikir edinirim diye herkese soruyorum, sizinkinin adı ne, belli mi filan diye. Anlaşabileceğim birine benzeyen bir kadın, kızının adını Mina koyacakmış, hoşuma gitti. Bizimki de kız olsaydı isim bulmak daha kolay olurdu diye düşündüm. Protein zehirlenmesi yüzünden bir haftadır hastanede yatan şişman kadının anlattığı (traji)komikti. İkinci oğluna hamileymiş ve büyük oğlan kardeşinin adı Osman olsun diye tutturmuş. İzlediği dizide en sevdiği karakter miymiş neymiş. Ben de haliyle büyüğün adını sordum. İsmi Tayyip dedi kadın, "Recep ayında doğdu, biz de adını Tayyip koyduk." O zaman çok düşünecek bir şey yok diye içimden geçirdim ben de. Bu sefer de oğlunuz Tayyip ayında/yılında/onyılında doğuyor, bunun adını da Recep koyun madem!
Azam Palas, Kadıköy
19 Ekim 2011
18 Ekim akşamı pek güzel bir hamburgerciye gidip güzel güzel köfteler patatesler yedik. Nereden bilirdim ki geceyarısından önce yediğime yiyeceğime pişman olacağım. Sancılar gece 11 gibi başladı, 12'de hastaneye ulaştık, 1 olmadan kelebek takılmış, NST bağlanmıştı. Yine doğuma gelen onlarca kadın vardı, yine çığlıklar, yine doktorlar. Ama bu sefer hiçbir şeyi gözlemleyecek vaziyette değildim. Sancı geldikçe derin derin nefes alıp kendimi sağaltmaya çalıştığımı, sancı gittiği vakit saniyelik küçük uykulara daldığımı hatırlıyorum. Bu geceyi dışarıdan biri gibi anlatmak zor. Verebileceğim en kesin bilgi, Ara Fikret 19 Ekim sabahı 07:16'da doğdu.
Çok zordu ama iyi ki doğdun len Fiko! (NM/AÖ)