Doğa üzerinde tahakküm kurup en yoğun sömürüyü yaratan hükümetler ozon tabakasının delip, buzulları erimesini hızlandırıyor. Kısa vadede alınması gereken önlemlerle ilgili herhangi bir strateji, girişim ya da program geliştirmeyerek mevcut kaynakları tüketmeye devam ediyor. Şüphesiz yaşadığımız coğrafya da bu yaklaşım bütününden nasibini alıyor.
Özelde Türkiye’ye ve Kürdistan’a baktığımızda son on yılda inşa edilmiş baraj, HES, orman yakılışı ve canlı türlerinin yok oluşu, endüstriyel tüketimin kentleşmesi olan beton yığınları binaların haddi hesabı yok. Alternatif enerji teknikleri, doğayla daha uyumlu sürdürülebilir kentler ve alternatif ekolojik projeler geliştirmek aciliyet gösteriyor. Ömrü 50 ila 100 yıl arasında olan beton yapılar (baraj, HES, TOKİ ve diğer konutlar vs) liberal ekonominin klasik yöntemiyle şirketler ve iş insanlarının zenginleşmesi esaslı iktidar tarafından tüm hızıyla yaşamın her alanına sokuluyor.
Empati kurması ironik bir durum olsa gerek ki, doğanın üzeri adeta kara zift ve asfalt ile sarılmış, yemyeşil dağların karnı deşilmiş tüneller inşa edilmiş, saçları kazıtılarak HES’ler için ağaçlar kesilmiş ve her güzelliği iktidarın elinde paçavralaştırıldı. Anadolu’da duble yollar, Karadeniz’de HES’ler, Marmara’da canavar endüstri, Ege ve Akdeniz’de orman katliamı ve sera etkisi bilinen durumlardır. Betonun kimyasalları doğada çözünmesi zor ve insan sağlığı açısında zehir etkisi gösteriyor.
Kürt coğrafyasına baktığımızda ise; kır toplumu olması tüm bu nesnel koşullara uyumunu da zorlaştırıyor. Politik inkâr ve imha ile beraber 1990’larda köy yaşamından alınıp kentlileştirilmeye zorlanmış Kürt halkının doğal toplum olma kültürü, dili ve kimliği ile beraber ciddi bir asimilasyona tabi tutuldu. Fakat devlet sistemi mevcut sorunsalın altını oymak yerine ‘ad hoc’ metotlarla daha da ağırlaştırdı. Zira sorunu yaratan da çözümsüzleştiren de insan eli ile yaratılmış iktidar odağıdır. Kürt toplumu doğal toplum olma biçiminden kentin kentlileşemeyen sorunu olmaya başladı.
Köy boşaltma döneminin akabinde adına GAP denen yıkım projeleri saman altından su yürütür gibi inceden işlenmeye başlatıldı. Hasankeyf’in barajlaştırılması, Amed’te tarihi dokusu olan Kırklar Dağı’nın imara açılması ve Bağıvar Köprüsü’nün inşası ile beraber Ongözlü Köprü’nün tadilatı, Fiskaya semtinin gettolaştırılıp kafelerle ticarileştirilmesi, Suriçi’nin Kentsel dönüşüme teslim edilişi, çirkin imar planlarıyla çok katlı beton binaların inşası, baz istasyonları ve son günlerde Dicle Nehri üzerine yapılması için başlatılan HES tartışmaları bölge kaynaklarının tüketimi ve pazarlanması esaslı tarihsel yaklaşımı haklı çıkarıyor.
GAP projesi olan Dicle Vadisi Projesi kapsamında Suriçi’ndeki kentsel dönüşüm, Kırklar Dağı’nın imara açılması için ön hazırlık olan Bağıvar Köprüsü’nün yapımı ve Ongözlü Köprü’nün tadilatı, Kürdistan’ın her yerinde devletin yasal taşeronu TOKİ binalarının yükselmesi gibi uygulamalar bu halk tarafından seçilmiş belediyelerce yapılmış, yaptırılmış, uzlaşılmış ve önü açıldı.
Belediyelerin kendisini bu sürecin içinden sıyırma çalışması kendilerini daha da zor duruma soktu. Zira TOKİ’lere ruhsat veren, Kırklar Dağı’nı imara açıp ruhsatlandıran, Suriçi’nin kentsel dönüşümü için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile müzakere imzalayan, Dicle nehri yataklarında kurulu onlarca kum-taş ocaklarına göz yuman ve ruhsat veren belediyenin kendisi. Bu açıdan da belediyelerin çok da masum bir noktada durmadığını görmekteyiz.
Hatta Dicle Vadisi Projesinin ilk parçalarını ( Kırklar Dağı’nın imara açılışı, Fiskaya’nın sözde şelalesi yapılacak denip ticari alanlar inşa edilmesi, Bağıvar köprüsünün yapılışı vs.) belediyeler sinsi bir yöntemle yerine getirdi. Dicle nehri üzerinde HES’lerin inşa edilmesi ve Amed’in akciğeri ve gıda deposu olan tarihi Hevsel Bahçeleri’nin imara açılması Dicle Vadisi projesinin ikinci ayağıdır ve bu Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca yapılacak.
Devlet her türlü determinist, pozitivist argümanlarla tüketimi ve sömürüyü Türkiye genelinde uygulamakta ve bunu Kürdistan’da da politik hesaplarla yürütüyor. Belediyelerin sistem mantığı pratiklerden acilen arınması ve misyonunun farkında olarak hareket etmesi gerekiyor.
Kırklar Dağındaki doğa, tarih ve kültür katliamını durdurmak, baz istasyonlarını toplatmak, sürdürülebilir mimari ile daha ekolojik bir imar planı inşa etmekle halka özrünü ve samimiyetini bildirmeli. Diğer türlü iktidarın biçimsel formu olan devlet mantığı ile işleyen bir yerel yönetim aygıtı olarak kalır. Doğa kadının elinden beslendik ve var olduk. Determinist, pozitivist metotla iliklerine kadar tükettik ve devam ediyoruz. Demokratik, ekolojik bir algı bütünseli ile yaşamı örebilmeliyiz, aksi halde sistemin yedeği olmaya, çürümeye mahkum oluruz…(HA/NV)