Diyarbakır Cezaevi'nde 1980-1984 yılları arasında yaşanan işkence ve insanlık dışı uygulamalar toplumumuzun görmesi, bilmesi, yüzleşmesi ve yönetenlerin de en azından özür dilemesi gereken "yüz karası" olgulardan birisidir.
Bu yüzleşme sürecine ve adaletin sağlanmasına katkıda bulunmak ve orada yaşananları tüm boyutlarıyla ve gerçekliğiyle ortaya koymayı hedefleyen bir çalışmanın içinde ben de yer aldım ve olayın sağlıkla ve sağlık hakkıyla ilgili boyutunu ortaya koymaya çalıştım.
"Cezaevi ve sağlık" konusu ilgi alanımda olan konuların arasındadır. Ancak kuramsal olarak bilinenlerin, gerçekte yaşananlar arasındaki farkı doğrudan ve net olarak görme ve bilme şansını bu çalışma sırasında elde ettim. Bununla ilgili son dönemde yaşanan ve medyaya da yansıyan pek çok hak ihlâline dair örnekleri herkes biliyor. Kişisel olarak geçen yıl doğrudan tanığı olduğum bir cezaevi süreci de tutuklu ve hükümlülerin "sağlık hakları"nın gereklerinin yeterince ve etkin bir şekilde karşılanmadığını, "hak ihlâlleri"nin çeşitli oranlarda ve biçimlerde bugün de sürdüğünü bir kez daha bana gösterdi.
* * *
Genel anlamda bireyin özgürlüğünün ortadan kaldırılması bir "travma"dır ve her travma gibi bu da "insanın beden ve ruh bütünlüğü"nü bozar, başka bir deyişle insanı "sağlıksız" hale getirir. Cezaevinde bulunmak kişinin yaşamında her anlamda bir "kesinti" anlamına gelir ve bir çok olumsuzluğa neden olur ya da bu olumsuzlukların doğrudan nedenlerini yaratır. Bir suçun karşılığı olarak uygulanan "hapis cezası" asıl olarak "özgürlükten yoksun" bırakmaktır. Bundan kaynaklanan ya da buna bağlı olarak ortaya çıkan diğer sonuçlar, eğer bir şekilde önlenmez ya da yarattığı olumsuzlukları ortadan kaldırılmaz ise "ikinci" hatta "üçüncü" cezaya dönüşür. Tutukluluk halinde aslında kesinleşmiş suç yoktur. Eğer böyle olumsuzluklar yaşanırsa "suç olmadan" ceza uygulanmış olacaktır. Diğer yandan suç olsa bile kimse aynı suç için iki kez cezalandırılamaz.
25-26 Eylül tarihlerinde Diyarbakır'da yapılan konuyla ilgili sempozyumda bu konuyla ilgili olarak sunduğum raporda da ayrıntılarıyla belirttiğim gibi, yasal olarak özgürlüğün sınırlandığı cezaevlerinde insanların sağlıklarıyla ilgili gereksinimlerinin etkin ve gerektiği şekilde sağlanmaması, buna dair olanakların sunulmaması, tam tersine bir "terbiye ve baskı" uygulamasının nedeni olarak kullanılması, hem bir "ikinci ceza"ya dönüşmekte hem de ayrımsız herkes için söz konusu olan "sağlık hakkı ihlâli"ne yol açmaktadır.
Cezaevlerindeki sağlığı etkileyen olumsuzlukların giderilmesi, sağlığın bozulmasının önlenmesi, cezaevine girmeden önce varolan "kronik hastalıkları" ve orada yaşadıkları sırada ortaya çıkan ve büyük bölümü aslında orada bulunmaktan kaynaklanan "hastalıkları" dahil, tüm sağlık gereksinimlerinin karşılanması, bunun sağlık hizmetinin kural ve ilkelerine göre yerine getirilmesi, eğer sağlıkları orada bozulmuşsa, dışarı çıktıktan sonra da tedavi, bakım ve rehabilitasyonlarının yapılması, dahası onların orada bulundukları sırada, çevresinde ve yakınlarında bulunanların bu nedene bağlı, başta psikiyatrik sağlık sorunları olmak üzere, gereksindikleri hizmetlerin onlara sunulması da "sağlık hakkı"nın gerekleri arasındadır.
* * *
Günümüzde cezaevlerindeki sağlık hizmetleriyle ilgili olarak çeşitli düzenlemeler yapılmıştır. Ancak yetersiz ve eksiktir. Fiziksel olanaklar ve koşullar nedeniyle sağlık, güvenlikten sonra gelmekte, dahası ona tabi kılınmaktadır. Sağlıkla hizmetinin bedeli günümüzde bir genel sigorta tarafından karşılandığı için ve sıklıkla cezaevlerinde bulunanlar bu kapsam içinde bulunamamaları nedeniyle sağlık hizmetine ulaşamamakta ve yararlanamamaktadırlar. Bu konuda finansal, idari, organizasyonel ve uygulamaya dair ilkelerin konulması, herkes için eşit biçimde sunulan, tıbbın varmış olduğu bilgi ve deneyim düzeyine uygun, sunulan hizmetin izlenip, denetiminin yapıldığı, gerçekçi, uygulanabilir bir hizmet sunulması gereklidir. Çünkü "sağlık hak"tır.
Diyarbakır Cezaevi ve orada yaşananlara benzer olayların yaşandığı yerlerde bulunanların artık cezaevlerinde bulunmasalar da onların ve yakınlarının, onların orada bulunmasından kaynaklanan sağlık gereksinimlerinin karşılanması da bu hizmet sunumu içinde dikkate alınmalı ve gereksindikleri tüm sağlık hizmetleri, herhangi bir koşul ileri sürülmeden ve karşılık beklenmeden sunulmalıdır.
Bunları yapmak hem "insan haklarına daha çok duyarlı ve daha çok saygı duyan" bir ülke olmamızı sağlar, hem de "sağlığın" aslında sahip olduğu anlamı görmemizi ve göstermemizi sağlar.
Bu süreçte herkes kadar medyaya da önemli görevler düştüğü göz ardı edilmemelidir. Çünkü "görme ve gösterme" işin en çok ve en iyi yapma potansiyeline sahip olan taraf odur. (MS/EÖ)