“…bizim çağımızın sorunlarından yola çıktım, Kapitalist ve İşçi arasındaki şu anki geçici ve sosyal farkın zaman içinde artmış olduğu apaçık göründü bana, bütün her şeyin açıklaması buydu.”
Hayal gücü de zamanın ruhuna içkin. İnsanlığın geleceğine dair bugünkü tahminlerimiz ile 100 yıl önce kurulan hayaller, “ayrı dünyaların insanları” olduğumuzu kanıtlıyor.
O beklenen (ve korkulan) gelecek belki de geldi, en azından bilim kurgu eserlerinde yazıldığı gibi ütopya değil distopya olarak gerçekleşeceğinin emareleri belirdi.
Son 20 yılın distopik eserlerinin, yakın gelecek tahayyülüne ne denli uyduğunu her geçen gün tecrübe ediyoruz. Bir nükleer felaket ya da salgın sonrasında hayatta kalanların yaşayacaklarını konu edinen eserler daha “insani” yanımıza hitap ederken, yapay zekanın şekillendirdiği başka bir gelecek ise “insani” diye tanımlanabilecek kavramların varlığını sorguluyor.
Ancak elektriğin ve tabii teknolojinin var olduğu ya da dünyanın, klanların hüküm sürdüğü zamanlara döndüğü bu farklı geleceklerin hepsi, aslında hala yakın gelecek…
Neye göre yakın?
İnsanın biyolojik bir tür olarak hala günümüzdeki gibi kaldığı, hatta ihtiyaçlarının ve dolayısıyla duygu ve düşüncelerinin de bugünün toplumuna uyarlandığı bir yakınlıktan bahsediyorum.
Uzay araçlarında seyahat eden ya da zombi istilası sonrası mağaralara sığınan torunlarımız hala gülüyor, sinirleniyor, kavga ediyor, aşık oluyor ve çikolata yemek istiyor.
Ama ya gelecekteki insan, “insan” değilse?
Ya da insan artık başka bir insansa?
Uygarlık dediğimiz sistem yok olmuşsa?
Bu soruları H. G. Wells 19. Yüzyıl’da sordu. Dünya savaşları öncesi yaşanan kısa “umut çağı”nda, hayal gücünün ufkunun daha geniş, topluma bakışın gerçekliğe daha yakın olduğu dönemde.
Wells’in bundan yaklaşık 100 yıl önce yazdığı ve son döneme ait hiçbir distopyanın ulaşamadığı hayal gücüne sahip makalesi, (belki de Marksist bakış açısından süzülen çıkarımlara dayandığından) aslında gelecek tahayyülleri arasında en mantıklı açıklamaya sahip olandı.
Mantıklıydı evet ama arzu edilen, en azından hayra yorulan bir geleceği anlatacağını sanıp okumaya başladığımız makalenin korkutucu bir sonu vardı.
Ardından yazılan Zaman Makinesi’nde de korktuğumuzun başımıza geldiğini gördük.
Geleceği okumak için ışığa gerek yok
H. G. Wells’in “Bir Milyon Yılının İnsanı / Bilimsel Bir Kehanet” başlıklı makalesi, 28 Şubat 1894’te Tuapeka Times’ta yayınlandı.
Ve daha ilk cümleden, bir düşünür için henüz yazılmamış olan kitapların daha çekici olduğunu söyledi: “Onları kolayca ele alabiliriz, çünkü zaten sayfaları ortada yok. Uykusuz gecelerde onları okumak için ışığa da gerek olmaz.”
Geleceğin kitaplarının nerede olduğunu soruyordu, Ruskin’den alıntıyla, Darwin’in aksine ilgilenmemiz gerekenin, insanın geçmişte ne olduğu değil ne olacağı olduğunu söyleyerek.
Bunu söylerken bilimi reddetmiyordu, bilakis, ileride şahit olacağımız üzere tüm çıkarımları, bilimsel doğrulara dayanıyordu. Zaten kitabın dayandığı alternatif gerçeklik de Evrim Kuramı’nı takip ediyordu.
Ütopya mı, distopya mı?
Yaşadığı dönemi bir ütopyanın öncülü olarak tanımlayan Stefan Zweig’ın umutla baktığı geleceğin, tam aksine gerçekleşeceğini gördüğünde intihar etmesi, dönemin gerçekten de “umut çağı” olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
H. G. Wells de bambaşka bir çıkış noktasından (daha hayali görünen ama daha gerçekçi olan) kurduğu gelecek tahayyülüne aslında epey iyimser başlıyor.
Ne de olsa Jules Verne ile birlikte bilim kurgu türünün öncülerinden olan Wells, sosyalistti. Kafasındaki gelecek de buna göre şekillenmişti.
Kitabı okurken içine düştüğümüz düşünsel fırtınanın bu denli ayaklarının yere basmasını duygusal bir refleksle kabullenemiyor oluşumuz ise tamamen “insan” oluşumuzdan.
Neyse, kitabın çıkış noktası olan 1894 tarihli makaleye dönersek: Evrim Kuramı’nın yarattığı heyecanı taşıyor: “…belli ki, evrenin düzeni sona ulaşmazsa, insan gelecekte de başka değişiklikler geçirecek ve sonunda insan olmaktan çıkarak başka bir canlı varlık tipi meydana getirecek. Hemen o büyüleyici soru ortaya çıkıyor: Bu varlık ne olacak?”
Yine umut çağının gereği olarak H. G. Wells, gelecekteki insanın fiziksel güç ile değil zekayla hayatta kalacağını, evriminin de buna uygun şekilleneceğini öngörüyor.
Ne de olsa teknolojiyi yaratan insan, onu kullandıkça keskin dişlere, kol kaslarına, güçlü bacaklara ihtiyaç duymayacak. İnsan türünün devamı için gerekenin, akla ihtiyacı olduğunu düşünüyor. Hatta aklın, fiziksel eforu tamamen gereksiz hale getireceğini, türün devamını sağlayan faaliyetleri bile dışlayacağını söylüyor. Dolayısıyla da “geleceğin insanı belli ki bugünkünden daha büyük beyne ve daha küçük bedene sahip olacak.”
O bir kuş, o bir balık… Hayır, o insan!
Sadece dış görünüşümüz değil, içimiz de değişiyor. Metafor yapmıyorum, iç organlardan bahsediyorum: Midemiz artık eti kaldırmıyor, tabii kuram gereği, hayvanlara da ihtiyacımız kalmıyor. Bir süre sonra bitkilerin çoğuna da… Kaçınılmaz olarak soyları tükeniyor.
Madem artık avlanmıyoruz, kulaklara ve buruna da ihtiyacımız yok:
“İri gözler, çekici, güzel, deruni; üstlerinde de artık tüylü kaş hatlarıyla bölünmeyen bir alın; ışıl ışıl, yuvarlağımsı ve hoş, saçsız bir kubbe; o dingin yüzün simetrisini manasız gölgelerle rahatsız edecek eğri büğrü bir burun yok; küçülerek işlevini yitirmiş kulaklar kaybolmuş; ağız küçük, mükemmel yuvarlaklıkta, dişsiz ve damaksız, çenesiz, hayvanilikten uzak, yüzün geniş yüzeyinde durduğu haliyle yuvarlaklığını bozan boş duygulardan yoksun, dolunay ya da akşam yıldızı gibi.”
Fark ettiniz mi? Duygular “boş”, geri kalan her şey işlevsel.
Makaledeki profesörün tasvir ettiği yaratığı aklınızda tutun, çünkü kitapta da sık sık karşılaşacaksınız. (İnsan türünün kurbağa yavrularına evrildiğini duymak üzücü geliyor ama bu, toplumun geldiği halin yanında hiçbir şey.)
Uygarlığın çöküşünü tasvir ettiği Etik Bilgisi eseriyle “karamsar” diye anılan evrimci Herbert Spencer’dan ilhamla devam ediyor Wells: “…insanın irrasyonel yoldaşlığı yerini entelektüel işbirliğine bırakacak, duygu ise akıl şeması içinde kalacak.”
Durumu “acı verecek kadar haklı” diye tanımlayarak devam ediyor…
Wells’in “insanın torunları” çizimi.
“Zaman’da hareket edemezsiniz”
Ve distopya Zaman Makinesi ile başlıyor: Bildiğimiz insan, kurbağa yavrusu insanla buluşuyor.
Bu kabusu çekici hale getiren, Wells’in edebi gücünün yanı sıra kitaptaki Sherlock Holmesvari atmosfer:
1800’lerin sonu, 1900’lerin başı; Londra’da ahşap mobilyalarla dolu, puro kokan bir odada gazeteci, psikolog (?), belediye başkanı, doktor ve diğer adsız konuklar ile evsahibi “mucit” (Zaman Yolcusu), fizik biliminin bir paradoksuna dair akıl yürütüyor: “Uzayın bütün yönlerinde hareket edebilirsiniz ama Zaman’da hareket edemezsiniz.”
Henüz İzafiyet Teorisi yayınlanmamış olsa da Dördüncü Boyut’tan haberdarlar. Yine de kanıt istiyorlar, gözleriyle görmek.
Karşılarında bir zaman makinesi var ama bunun zaman makinesi olduğuna inanmaları zor. (Umut çağının başka bir özelliği de akla verdiği değerdi, günümüzün aksine.)
Bu zaman makinesi, alışkın olduğumuz üzere yüz ya da binyıllık bir yolculuk yapmıyor, milyonlarca yıl uzağa gidiyor: 802 bin 700’lü yıllara.
100 yıllık bir kitabı anlatırken spoiler’den bahsedemeyiz ama yine de şu özeti bırakıp bitiriyorum: İnsan artık kurbağa yavrusundan hallice görünüyor ve güneşli güzel günlerin gecelerinde yeraltına mahkum edilmiş “çirkin” kurbağa yavruları ava çıkıyor…
İnsanlık’ın büyük zaferi
Wells, “neden böyle olduğunu” Zaman Yolcusu’nun ağzından açıklıyor:
“Önce, bizim çağımızın sorunlarından yola çıktım, Kapitalist ve İşçi arasındaki şu anki geçici ve sosyal farkın zaman içinde artmış olduğu apaçık göründü bana, bütün her şeyin açıklaması buydu. Kuşkusuz bu size grotesk görünebilir - ve ne kadar inanılmaz! - fakat şimdi bile bu yönü işaret eden koşullar var. Yeraltı mekanını uygarlığın o kadar gözalıcı olmayan amaçları için kullanma eğilimi var; mesela Londra’daki Büyükşehir Demiryolu var, yeni elektrikli demiryolları var, metrolar var, yeraltı atölye ve restoranları var, bunlar gitgide artıp çoğalıyor. Anlaşılan, diye düşündüm, bu eğilim Sanayi’nin zamanla göğün altına çekilmesine dek ilerlemiş. Yani gitgide daha da büyük yeraltı fabrikalarına inmiş, sonunda vaktinin çok daha büyük kısmını orada geçirir olmuş! Şimdi bile Doğu yakasından bir işçi böyle yapay koşullarda yaşamıyor mu, dünyanın doğal yüzeyinden koparıp alınmıyor mu?
Zaten zenginlerin dışlayıcı bir tutumu vardı - bu hiç kuşkusuz, eğitimlerinin gitgide iyileşmesinden ve yoksulların kaba şiddetiyle aralarındaki uçurumun büyütülmesinden kaynaklanıyordu - bu da onlar adına, yüzeyde önemli miktarda arazinin kapatılmasına yol açıyordu. Mesela, Londra çevresinde güzel kırsal toprakların belki yarısı dışarıdan girişe kapalı. İşte bu, büyüyen aynı uçurum - yüksek eğitim süreçlerinin uzunluğuna, masrafına ve zenginlerin seçkin alışkanlıklara özlemleriyle olanaklarının artmasına bağlı olan uçurum - günümüzde türümüzün sosyal katmanlaşma çerçevesinde bölünmesinin önüne geçen ve sınıflar arasındaki alışverişi gerçekleştiren evlilikleri yüreklendirmeyi gitgide azaltacak. Yani, sonunda, yeryüzünün üstünde haz, rahat ve güzellik peşindeki Sahipler ile yeryüzünün altında, sürekli emeklerinin koşullarına uyum sağlayan İşçiler yani Sahip-olmayanlar bulunacak. Bir kere oraya girince de, hiç kuşkusuz kira ve mağaralarının havalandırmasının bedelini ödemeleri gerekecek; bunu kabul etmezlerse, aç kalacak ya da borçlarından tükeneceklerdir.
Sefil ve asi olanları ölecek, sonunda, denge kalıcı hale gelecek, hayatta kalanlar yeraltı hayatının koşullarına uyum sağlayacak ve Yukarı dünya insanları gibi, kendilerine göre mutlu yaşayacaktır. Seçkin güzellik ve ışıksız solgunluk doğal olarak birbirini izliyor gibi gelmişti bana.
Hayal ettiğim İnsanlık’ın büyük zaferi, giderek aklımda farklı bir şekil aldı. Düşündüğüm gibi ahlaki eğitim ve genel işbirliğinin zaferi söz konusu değildi. Bunun yerine, mükemmel bir bilimle silahlanmış, günümüzün sanayi sistemini mantıksal sonucuna götüren gerçek bir aristokrasi gördüm. Onun zaferi basitçe Doğa üzerindeki bir zafer olmamış, Doğa ve insan kardeşi üzerindeki bir zafer olmuştu.”
Tanıdık geldi mi?
Gözünüzün önüne Brezilya’daki favelalar geldiyse o kadar uzağa gitmeye gerek yok: Güvenlikli, duvarları tel örgüyle çevrilmiş, kapısında “girilmez” yazan siteler, hatta referans ve rezervasyonla girilen “beach”ler, diğer yanda maaşı ancak eksi üçüncü kottaki bir odadaki yatağı kiralamaya yeten işçiler… Bu kadar basit değil tabii, en azından “denge henüz kalıcı hale gelmedi” ama yine de Wells, insanlığın silkelenip kendine gelmesi için elinden geleni yapmış.
Zaman Makinesi, dünyanın tamamen değiştiği şu günlerde, yeniden ve başka bir gözle okunmalı.
Zombilerle virüslerin yapamadığı...
Başlıkta, ilk bilim kurgulardan biri olan eserin, olası en karanlık tahayyülü içerdiğinden bahsediyorum ama 12 Maymun’u izleyenler itiraz edebilir. Bu durumda, 12 Maymun’da, yani uygarlığın yittiği, çaresizliğin hakim olduğu, ölümün çok yakın olduğu ve (insan türü olarak) kapana kısıldığımız o gerçeklikte bile, tünelin ucunda görünen ışık için çabalayanlar olduğunu hatırlatırım.
Gişe filmi olan Geleceğe Dönüş’teki gibi aslında günümüzü değiştirmeye çalışan kahramanların yanı sıra meşhur distopyalardan The Walking Dead veya 12 Maymun veya Mad Max serisinde, insanlar hep bir çıkış yolunun peşinden koşuyorlar, umutla…
Zaman Makinesi’nde ise umut yok. Umut yok derken, umut edecek kimsenin kalmamasından bahsediyorum, psikolojik bir çıkarım yapmıyorum. (Joseph Conrad ise insanın “orada bir yerlerde” olduğunu düşünüyor: Wells bir yandan insanlığı imkansızlığın pençesine teslim ederken bir yandan da etiyle, kanıyla, acısıyla, ahmaklığıyla insanlığı korumayı başarıyor.)
Ancak eserin asıl korkutucu yanı, Pandora’nın Kutusu’nu kapatması değil, hayatın gerçeklerine, ardılı olan eserlerin tümünden daha fazla uyması.
Yani, gerçekçi oluşu.
Wells, okuru, gayet mantıklı (akılcı) görünen çıkarımlar silsilesinin sonunda o malum soruyla baş başa bırakıyor:
Geleceğimiz karanlık mı?
"Zaman Makinesi", H. G. Wells, Çev. Sabri Gürses, Kırmızı Kedi Yayınevi, Mart 2017, 145 sf.
(AS)