TEKEL işçileri kazanılmış haklarını gasp ettirmemek için direnirken 31 Ocak 2010 tarihi itibarıyla tütün depoları da kapatıldığı için işsiz kaldılar-işlerini kaybettiler. Başbakan parti grubunda yaptığı konuşma ile işçiyi dize getirmek için tehdit ediyor. İşsiz milyonlarca insan var, kabul etmediğiniz koşullarda senin yerine bu insanlardan bir kısmını çalıştırabilirim, diyor. Yeniden işe alınma süresini bir ay uzatıyorum. Şartlarımı kabul etmezseniz yasa dışı eyleminizi güç kullanarak dağıtırım, diyor. Bir kısım işçiyi baskı ve tehditle eylemden koparabileceğini düşünüyor.
Hükümet, bu direnişte birlik halinde davranan binlerce işçiyi bölmeye çalışıyor. Eylemi bir grup işçinin kışkırtılmış, güdümlü bir eylemi olarak niteliyor. İşçileri ideolojik olmakla suçluyor. İşçilere; bu durum özelleştirmenin getirdiği bir sonuçtur, buna katlanın, diyor. İşsiz kalma, haklarını kaybetme kader gibi bir şeydir kaçınılmazdır, diyor. Başbakan bu kararlı tavrını kabul ettirmek için asimetrik psikolojik savaş taktiğiyle vicdanlara sesleniyor: Tüyü bitmemiş yetim hakkını yedirmem, diyor. Ancak en azından şimdilik kazın ayağı öyle gözükmüyor. İşçiye büyük toplumsal destek var. Yetim hakkının siyasi yandaşlara TEKEL fabrikaları özelleştirilirken yapılan ucuz satış sırasında yendiğini cümle alem biliyor. Bu yalanlara artık kimse inanmıyor.
Nihayet, işçi konfederasyonları da işçiye destek veriyor ve bir gün için üretimden gelen gücünü kullanacağını ilan ediyor. İşçi de direnişinde kararlı ve ısrarlı. Açlık grevine gidiyor.
Hepimizin desteğinde, bilgisi dahilinde ve tanıklığında cereyan etmekte olan bu durum tam bir sınıf mücadelesi tablosudur. Ankara'nın merkezinde emekçiler hak savaşına soyunuyor. Sermayeye ve onun siyasi temsilcisine teslim olmuyor. Farklı etnik kimlik ve inançlarda işçilerin katıldığı bu eylemin bizlere öğrettiği temel bir şey var: Sınıf mücadelesi her halükarda varlığını sürdürebilir, mücadele emekçi sınıfları birleştirir, diyorlar. Güç örgütlüyse, ses getirir, diyorlar. Basit bir gerçeği hepimize hatırlatıyorlar.
Tüm kamuoyu Ankara'ya Türk-İş binası civarına yoğunlaşmışken, çeşitli bölgelerde insanlarımız ülkeyi adeta yağmalayan ve talan eden çapulculara karşı mücadele veriyor-direniyor. Palazlanmaya başlamış olan yerli sermaye, yabancı ortaklarıyla ülkenin tüm bölgelerinde vadileri,nehirleri, su havzalarını, ormanlarını yayla ve meralarını yok etmeye kirletmeye girişiyor. Yeni dünya düzeninde sömürü ve çevre tahribi gemi azıya almış rahatça hükmünü sürdüreceğini sanıyor. Hidro Elektrik Santraller kuracaklarmış, dünya harikası doğayı katlederek. Ancak burada da duvara tosluyorlar. Karadeniz'de, sermayenin yağma alanını en geniş tuttuğu ve uygulama programını hayata geçirdiği bir dönemde direnişle karşılaşıyorlar. İkizdere,Fındıklı, Fırtına, Papart, Yusufeli,Şavşat, Maçebel vadilerini korumak için halk inisiyatifleri oluşmuş vaziyette. Siyasi, idari ve yargı baskısına, şiddete maruz kalıyorlar. Vazgeçmiyorlar, hepimizi destek vermeye çağırıyorlar.
Bir başka çığlık Bolkar Dağları eteklerinden yükseliyor. Niğde Ulukışla köylerinde altın madenciliğinin saçtığı siyanürün neden olduğu zehirlemelere karşı direniş komiteleri kuruluyor. Gölet yapılacağı için köylülerden kamulaştma yoluyla alınmış araziler sonradan altın işletmelerine satılmış. Alanları büyütmek için daha fazla arazi satın almak üzereler. Yörenin yer üstü ve yeraltı suları, işletme alanı ve çevresindeki topraklar ve bu topraklarda ekilen tüm ürünler, yörenin yaban yaşamı , ağaçlar kuşlar,meralar, ormanlar zehirlenme riski altındalar. Altın madenciliğine karşı Dayanışma Komiteleri etrafında halk direniyor. Mağdur durumdayken suçlu durumuna düşürülüyorlar. Düzenledikleri miting sırasında karayolunu kestikleri bahane edilerek açılan davada yargılanıyorlar. Mücadele edenleri karalama kampanyaları düzenleniyor. Jandarma baskısı uygulanıyor. Dayak atılıyor. Ama direniş kararlı bir şekilde devam ediyor. Hepimizi dayanışma komiteleri kurmaya, resmi makamlara şikayet dilekçeleri vermeye çağırıyorlar.
Toplumda bir hareketlenmenin yaygın olarak başladığına dair üç örnek var değerlendirmemiz gereken. Tek kutuplu yeni dünya düzeninin alternatifi yok artık, dediler; yıllarca süren propagandalarla bu yolda eğitilmiş bir toplum yarattılar: Solu olmayan,muhalefetsiz bir toplum. Sol ideolojiden, sol örgütlenmelerden sol politika yapmaktan uzaklaşmış bir toplum.
Ancak son zamanlarda alternatif ideolojik konumlanma ve örgütlenme ihtiyacı sıkça konuşulur oldu. İhtiyacın dayattığı bir dönemde bu toplumsal dinamiklerin sesine kulak vermek, onları görmek ve onlarla birlikte davranmak bir toplumsal kurtuluş siyasetine yol açar mı? Direnenlerle ortaklaşmış, direnenlerin hedefleri ve talepleri üzerine kurgulanmış bir siyasal program etrafında yeni bir yürüyüşe çıkamaz mıyız? Tüm dinamikleri buluşturamaz mıyız? Kürtlere uygulanan siyasi- ekonomik- kültürel ambargoya ve kesintisiz süregiden baskılara ve asimilasyona hep birlikte dur diyemez miyiz?
Gerçek demokrasi talepleriyle, barış ve kardeşlik hedefleriyle beslenen bir büyük yürüyüşte geçmişin barış, demokrasi, sosyalizm ve özgürlük mücadelesinde yitirdiğimiz yoldaşlara selam göndermiş olmaz mıyız? Kaptırdığımız barış demokrasi ve özgürlük bayrağını sahte sancaktarların elinden geri alamaz mıyız?
Şimdi bir büyük ve zorlu yürüyüş kolunu toparlama zamanıdır. Direnenlerin kubbede yankılanan sedalarından böyle bir görev çıkarıyorum. Haftalık yazılarda böyle şeyler mi yazılır, bilemedim. (YÖ/TK)