Ağustos 2013 tarihinde Favori Yayınları’ndan çıkan Tencerenin Dibi koğuşdaşım Gülazer Akın’ın ilk romanı… İlk göz ağrısı.
Hapishanede her hangi bir arkadaşımızın kitabının çıkması, kolektif sevincimiz olur.
İlk fırsatta tüm koğuş sakinleri başta gelmek üzere, diğer koğuşlardaki ve farklı hapishanelerdeki mektup arkadaşları kitabı okurlar.
Kutlama kartlarıyla birlikte kitaba ilişkin değerlendirmelerini de yazara iletirler.
Ortak yaşadığımız bu sevinçler ve değerlendirmeler çiçeği burnundaki yazarlarımızı mutlu etmekle kalmaz.
Aynı samanda yeni çalışmaları için de yazarı motive eder, enerjisini tazeler.
Hapishanelerde yazarla bu dayanışma bu kadarla da bitmez.
Her bir tutsak ailesi başta gelmek üzere dışarıdaki tanıdıklarına kitabı tanıtır, kitabın tanınması ve okunmasının sınırlarını genişletmeye çalışır.
Bu hafta sonu sevgili arkadaşım Gülazer’in kitabını tanıtmayı düşünürken, yan ranza komşum Ümran aklıma geldi.
Genç arkadaşım kitap çıkar çıkmaz, hem aile çevresi ve dışarıdaki arkadaşları üzerinden kitabın satışını örgütlemiş; hem de tanıtımını yazıp, yayımlanması için Gündem Gazetesi’ne göndermiş.
Ancak adres sorunundan kaynaklı tanıtım yazısının akıbetini öğrenememiş.
Hal böyle olunca, sabah Gülazer’le birlikte Ümran’ı da mutlu etmek istedim.
Ve kendim yeni bir kitap tanıtımı yazmak yerine, Ümran’ın yazdığı tanıtımı paylaşmaya karar verdim.
Gelin Gülazer Akın’ın Elbistan Hapishanesi’nde Dilber anadan dinlediği ve romanında anlattığı Dilber ananın zorlu hayat hikayesinin tanıtımını genç koğuşdaşım Ümran’ın kaleminden okuyalım:
“Tencerenin Dibi
“Haylaz geçen ilk çocukluk, bitmeyen çocukluk ve erken başlayan kadınlığın öyküsü.
“Yazar kitabı “Katlanmak zorunda kalan ülkemin kadınlarına…” atfetmiş. Öyle bir katlanış ki bu, bitmeyen çocuklukla başlayan ve insana cehennemden beter dedirten bir yaşamı anlatıyor. Ülkemde ve dünyada kadın olmak ancak bu kadar çarpıcı, sade bir anlatımla dile getirilebilirdi.
“Tencerenin Dibi kumarbaz, içkici bir kocaya başlık parası karşılığında satılan bir çocuk gelinin öyküsüdür. Nereye, kime varacağını bilmeden evlendirilen bir kız çocuğudur Dilber. Para karşılığında satıldığı adam sadece kendi ihtiyaç ve isteklerini gideren ve her yıl onu hamile bırakmaktan başka bir işe yaramayan itici olduğu kadarda çirkin bir adamdır. Hani derler ya içinin çirkinliği yüzüne vurmuş diye! Neresinden bakarsanız bakın tek bir pozitif özelliği bulunmayan bu adam Dilber anaya kaderin diye dayatılmıştır. Ve tüm negatif özelliklerin toplamı olarak bu adam tam bir kocadır.
Dayak, zulüm ve açlıkla geçen yıllar; her yıl doğan, ölen ve yaşama tutunmayı beceren çocuklarının acısı ona dayatılan hayatın tuzu biberidir. Bütün bu acılara ve baskılara, içinde yaşadıkları yoksulluğa ve sefalete sadece çocukları için katlanır. Onlar için çalışır, didinir, mücadele eder. Dilber ananın öyküsünü okuduğumda, bir insan bunca acıya nasıl dayanır demekten kendimi alamadım. Meğer öldürmeyen acı, insanı güçlü kılarmış!
Dilber ana doğru-dürüst tedavi olamadığı halde kanseri bile yenmiş. Ve bütün yaşadıklarını küçükken tencerenin dibini yemesine bağlamış. Halk arasında tencerenin dibini yersen, düğününde yağmur yağar denir ya! Dilber ana da çocuk yaşta evlendirildiğinde düğününde yağmur yağdığını görünce ve bütün hayatı acı ve sefalet içinde geçince, tüm yaşadıklarını küçükken tencerenin dibini yemesine bağlamış.
“Dilber ana toplumsal cinsiyetin erkeğe bahşettiği bütün ayrıcalıkları kocasının yaşamasına izin vermiş. Zaman zaman ayyaş, kumarbaz kocasına başkaldırmayı düşünse de, ona destek olacak, tutunabileceği bir dala bile sahip olmaması onu çaresiz bırakmış.
Dilber ana bitip-tükenmek bilmeyen yoksulluğa, acılara ve kocasının zulmüne karşı hayata tutunarak güçlenir. Yıllar geçer. “İki ucu boklu değnek” diye tanımladığı kocası hayatını zehirlerken o her gün yeniden ve yeniden direnmeyi öğrenir.
“Ülkemde kadın olmak Dilber ananın öyküsünden hiç de farklı değil. Tıpkı Dilber ananın dediği gibi iki ucu boklu değnektir kocalar.
Toplumda onlarsız yaşamak mümkün değildir. Sizi ezip dövse de başınızdan eksik etmemeniz öğütlenir, dayatılır. Erkeğin baskısı ve zulmüne başkaldırarak kendi ayakları üzerinde durmak isteyen kadınlar toplumca dışlanıp, ötekileştirilirler. Ta ki kadınlar her göze alarak “artık yeter” diyinceye kadar sürer bu zulüm ve işkenceler.
“Van’ın bir köyünde başlayan Dilber ananın öyküsü Adana’nın bir kenar mahallesinden pamuk tarlalarında ırgatlıkla sürüp gider.
Bir gün kocası Cemil’in hapishanede tanıdığı gençlerin evlerine gidip gelmeleriyle hayatı değişir. Ömrünün büyük bir kısmını ve en güzel yıllarını ayyaş, kumarbaz ve her fırsatta tecavüz eden bir kocaya katlanarak; çocukları için direnerek geçmiştir. Gençlerin evlerine gidip gelmeleriyle birlikte, başkalarının hakları içinde direnmek gerektiğini öğrenir Dilber ana. Bu süreçte partiyle tanışır. Mitinglere, gösterilere katılır. Bir defasında polisin kitleye saldırıp, dövdüğünü görüce, “ne çok koca varmış” diye düşünür. Zira onun için koca ve dayak birbirinden kopmaz bir ikilidir. Onun gözünde her saldıran, döven, şiddet uygulayan kocadır!
“Soluk soluğa okunacak gerçek bir hayat hikâyesidir. Tencerenin Dibi. Kitap tekli olarak Dilber anayı anlatsa da, o hepimizin, tüm kadınların öyküsüdür.”
Koğuşdaşım Gülazer Akın’ın kitabını böyle anlatmış Ümran.
Kitabı okuyup bitirdiğinizde, hakikaten bütün bu anlatılanlar gerçek mi diye kendi kendinize soracağınızdan eminim.
Bu soruyu yazara yönelttiğimi de; tüm anlatılanların gerçek olduğunu söyledi.
Gayri ihtiyari “bu kadar da olmaz!” desem de…
Biliyorum ki, Dilber analar da, Dilberler de öyle çoklar ki!
Yanı başımızdalar…
Arkadaşımın eline, emeğine sağlık.
Sizlere de iyi okumalar diliyorum.
* 26 Ekim 2013, Füsun Erdoğan, Gebze Kadın Kapalı Hapishane
** Postadaki gecikme nedeniyle yazarımızın yazısını cuma günü yayınlayamadık.