Galiba Kurban Bayramı haftasının en su kaldıran ve resmi cenahtan yana esen iki rüzgârı vardı. Biri bayram namazı sonrası cami kapısında bugünlerde adı “vizyon değişikliği” nedeniyle sıkça duyulan Türkiye Gazetesi’nin kadın muhabirinin Başbakandan kopardığı kendi tabiriyle “bayram harçlığı” idi. Diğeri de devlet protokolü ile Suud devlet ricalinin özel konuğu olarak eşiyle birlikte Hacı olmaya giden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Hac ziyaretiydi.
Cami çıkışında “Allah rızası için” para dilenen dilencilere, bir de “camiye yardım” için para toplayanlara kamuoyu zaten alışıktı. Ama “Babam yanımda değilse, devlet baba yanımda” diyerek, Başbakanının elini öpüp sonra da 200 lirayı çok büyük keyifle kapan gazetecinin keyfine ne demeli. Ya da yapacağı haberin ölçüsünün ne olacağını nasıl tahmin etmeli!
Mevcut durum sonrası medyayı taradım. İktidar yanlısı medya genellikle tavrı olumlulamıştı. Gündeme oturmak anlamında “haber” olarak telakki ediyordu muhabirin tavrını. Medya etiği açısından bakanlar ise haklı olarak yadırgamıştı.
Aslında bunun örnekleri yakın tarihe bakılırsa çokça var. Pek bilinen birini paylaşayım.
1980’li yılların sonunda Olağanüstü Hâl Bölge Valisi olan Hayri Kozakçıoğlu bölge basınına hatta ulusal ve yaygın medyaya o yıllarda helikopterli ve komando kıyafetli özel haber turları düzenletiyor. Ardından da şöyle diyordu. “Farz edin ki, Türkiye bir başka ülkenin milli takımıyla futbol maçı yapıyor. Medya bu milli maçta tarafsız kalabilir mi? İşte, bizde ülkenin bekası için terörle mücadele ediyoruz. Tabi ki medya taraflı olacak.”
Kozakçıoğlu devleti bölgede temsil eden en büyük otorite olarak medyadan taraf olmasını gayet doğal bir şekilde bekliyor, hatta talep ediyordu. Eh doğal olarak da asker kıyafetli medya mensupları da İstanbul’a döndüklerinde tak şak paşalar gibi methu senalar düzüyorlardı zatı devletlerinin kulak kesip, kestiği kulaklardan maskot yapan katil sürülerine.
İşte aslında Türkiye’nin yaygın medyası böyle bir gelenekten geliyor. Yani geçmişinin kiri, pası, lekesi üzerlerine sinmiş gibi. Yeni yetişenler de devletin en tepesindeki siyasal muktedirden “bahşiş” gibi cep harçlığı istemeyi çok doğal buluyor.
Ha başka bir şey daha ekleyeyim; umuyorum ki, o gün o sahneyi izleyen ve yaygın medyanın muhabirleri olup da haber için orada bulunan diğer gazeteciler “helal olsun, nasıl kaptı parayı” dememiş olsunlar.
Cumhurbaşkanının eşiyle birlikte Hac ziyaretine devlet makamı temsiliyetiyle gidişine gelince!
Doğrusu geçmişi merak ettim. Şöyle bir tarayayım istedim. Bu kadar Osmanlı ve ümmet kimliğiyle övünen bir geleneğin eskileri acaba ne yapmışlardı. Hiçbir kaynakta Hacı Kanuni, Hacı Fatih ya da Hacı Yavuz telaffuz edilmiyordu. Üstelik bu zatlar İslam’ın yeryüzündeki halifeleriydiler. Yani Halife-yi Rûyî Zemin Hazretleriydiler. Hacılık hayli hayli yakışırdı onlara.
600 küsur yıl “cihan padişahlığı” payesini almış 37 padişahtı söz konusu olan. Hacca gitmeyi çok arzulamış olanları da vardı içlerinde ama nedense Şeyhülislamlar Hac için fetva vermemişlerdi zatı devletli padişahlarına. Padişahlar da hacca gitmemişlerdi.
Peki ve sahi sizce her fırsatta kimlik talebiyle sesini yükseltenlere; Osmanlı’nın “İslamiyet’te ırk yoktur, ümmet vardır” felsefesini ısıtıp önümüze sunanlar bu gerçeği bilmiyorlar mıydı?
Sanırım devletin zirvesinde, devlet başkanı sıfatıyla hacca gidenle, devletin bir başka temsiliyetinden “bahşiş” talep edip alanın kamuoyu nezdinde ortaya olanca çıplaklığıyla ayan beyan faş olan ahlaki bir tarafı var.
Ji qewla Kurmancî da gotinê kî baş heye, dibê; “Mezin reqisî, biçuk hewisî”
Yani anlayacağınız etik meselesi.
İster “baş” olunsun, ister “ayak”.
Balık “baştan” kokuyor velhasıl… (ŞD/EKN)