Kuşkusuz bu eksikliğin çeşitli mesleki,teknik, siyasi, ideolojik ve kültürel nedenleri var: Gazeteciler dahil, Türkiye geleneğinde yazmak, belge bırakmak, hatırat kaleme almak öyle pek önem verilen bir faaliyet değil.
"İşte geldik gidiyoruz" anlayışı hakim bu çevrelerde. En fazla içki sofralarında, neşelenip ya da kederlenip, 20-30 ya da 30-40 yıl öncesinin olaylarına dedikodu düzleminde yaklaşılır.
Basın tarihi de, tüm tarihler gibi egemenlerce yazıldığı için, Türk medya manzarasında, çalışanların güçlü-köklü bir örgütü artık ne yazık ki olmadığı için piyasa, egemen medyanın kalemlerine kalıyor.
Bu kişiler de basın tarihi adı altında, geçmişteki "başarılarını" ballandıra ballandıra anlatan kitaplar yayınlıyorlar.
Hangi tarih? Kimin tarihi?
Önemli bir sorun da, basın tarihine hangi perspektifle yaklaşacağımız.
Patron-çalışan, devlet-toplum çelişkilerinin en yoğun ve somut bir şekilde yaşandığı medya ortamında, gazeteciliğin, haberciliğin somut, yaşanmış örneklerini aktarıp, tüm bunları kamu çıkarı, yurttaş ve okur çıkarı doğrultusunda kaleme almak, her gazetecinin rahatlıkla gerçekleştirebileceği bir yayın çalışması olmasa gerek.
Çünkü "kol kırılır yen içinde kalır" anlayışının hala egemen olması yetmiyormuş gibi, emekli gazeteciler bile anılarını kaleme alırken, geçmişi anarken, hala işverenlerinin ne kadar merhametli, ne kadar bonkör olduklarını yazmadan edemiyorlar.
Ahmet Altan, bir keresinde Türk medyasının ilginç bir niteliğini şöyle formüle etmişti: "Bugün yazı işlerinde konuşulanların yüzde 50'si gazete sayfalarına yansısa, okurlar çok daha fazla bilgili olur".
Gerçekten de temel işlev ve görevi okura doğru, çok boyutlu, inanılır, güvenilir, hızlı haber ve farklı fikirleri aktarmak olan gazeteciler, gerek devlet gerekse topluma ilişkin önemli bilgilerin çoğunu, çok çeşitli nedenlerle (başta devlet, sonra patron çıkarı engeli) yayınlayamazlar, yayınlamazlar.
Bir ihtimal 80'lere kadar, büyük ölçüde Türk Silahlı Kuvvetlerinin fiziki varlığı ve ideolojik konumu çerçevesinde devlet, 80'lerden sonra da, devletin yanı sıra dev holdinglerin oluşturduğu mali-iktisadi iktidar odakları, Türkiye'de basın özgürlüğünün önündeki en büyük engelleri oluşturdu.
Toplumsal baskı, dini tabular, eğitimsel ve kültürel alandaki barikatlar ile gazetecilerin mesleki niteliklerindeki diken ve pürüzler de Türkiye'de gerçek anlamda bir basın özgürlüğünü engelleyen unsurlar oldu.
Tesadüfen hatırat
Galatasaray'daki sahaflarda geçenlerde başka bir kitap ararken Orhan Taşan-Basında 51 Yıl-Mesleki Anılar başlıklı bir kitaba rastladım.
59 sayfalık bir kitap. Künyesinde 'Para ile satılmaz' yazıyor. 1934 doğumlu gazeteci Taşan, yarım yüzyılı geçen meslek hayatını Bülent Kavuk'un yardımıyla kaleme almış.
İlk kez 1950 yılında haber, yazı yazmaya başlayan Taşan'ın bu özet anı kitabının (esas anılar daha sonra yayınlanacakmış) ön kapağında genç muhabir Taşan ile "efsanevi" sıfatına layık görülen Başbakan Adnan Menderes'in, arka kapakta da yine Taşan ile dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın fotoğrafları sırıtıyor.
Sadece bu kapak düzenlemesi bile gazeteci-devlet ilişkileri hakkında olumsuz bir ipucu veriyor. Mesele bu fotografik düzlemde kalsa belki sorun yok, ama bir saat gibi kısa bir sürede kitabı okuduğunuzda anlıyorsunuz ki Taşan'ın meslek dediği aslında sadece gazetecilik değil.
Muhabir kökenli olmasına rağmen Taşan'ın kariyerinin önemlice bir kısmı, devlet aygıtında geçmiş. Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü, yurtdışı basın ataşeliği ve TRT yöneticiliği, Taşan'ın uzun süre görev yaptığı resmi kurumlar.
Taşan, İstanbul ve Ankara'da muhabir ya da yazar olarak çeşitli gazetelerde görev yaparken birlikte çalıştığı insanların isimlerini büyük harflerle yazmış, her birini övmüş, daha sonra devlet görevine geçince de kendisine hak ettiğine inandığı tayin ve atamaları yapmayan yetkilileri eleştirmiş hatta kınamış.
Biraz eski defterler açılmış anlayacağınız...
Taşan, 50'li 60'lı yılları anlatırken o dönemin gazete patronlarını da yazı işleri müdürleri ve muhabirlerini bugünkülerle kıyasladığında, haliyle ortaya daha olumlu eski portre eskizleri çıkıyor.
Geçmişin gazetecilik, habercilik anlayışlarını da kısaca aktaran Taşan'ın anılarındaki en değerli, en önemli bölümler, kısaca da geçilmiş olsa, bu dönem.
Devlete göre gazeteci...
Dernekçilik, sendikacılık alanında da aktif olan Taşan, başta DP ve AP olmak üzere neredeyse her dönem siyasi iktidara yakın durmaya çalışmış bir gazeteci.
Belki de gazeteciliği tramplen olarak görenlerden. Gazeteciliğin, muhabirliğin verdiği olanakları kullanarak daha 'iyi' bir sektöre geçme peşinde koşan çok gazeteci var aslında.
Son dönemlerinde Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığına adaylığını koyan ve kaybeden Taşan, Nail Güreli'nin Metin Göktepe cinayetine gösterdiği tepkiye muhalefet ediyor.
Göktepe'nin polislerce dövülerek öldürüldüğünü kabul ediyor ama Göktepe'nin gazeteci olmadığını öne sürüyor. Çünkü yazarın kendisi hayatında gazetecilikten başka hiçbir alana girmemiş bir zat!
Taşan'ın son dönem anılarında önemli yer tutan bir olay da Sepetçiler Kasrı'nın Uluslararası Basın Merkezi haline dönüştürülmesi ancak daha sonra bu projenin batması.
Hafif egosantrizmi nedeniyle olayı sadece kişisel açıdan değerlendirebilen Taşan, siyasi iktidarın değişmesiyle mevki ve makamını kaybetmesinden ve kendisine yönelik hasmane tutumlardan yakınıyor.
Oysa ki, yurtdışı örneklerinden esinlendiğini öne sürdüğü bu Uluslararası Basın Merkezi, devletin İstanbul'daki yabancı basın mensuplarını denetim altına almak için gerçekleştirmek istediği bir girişimdi ve tabi ki yabancı gazeteciler de Sirkeci'deki bu güzel mekanda iki bilgisayar üç telefonla kendi bağımsızlıklarını tehlikeye atacak kadar tecrübesiz değillerdi.
Kitabın dokuz sayfasında Orhan Taşan'a övgü dolu köşe yazıları yayınlanmış, (Bir Fransız atasözü "Kimse seni övmezse, insana yine de en iyi kendisi hizmet eder" der). Sekiz sayfada da albümden fotoğraflar yer alıyor.
Kitabında Kemal Ilıcak ya da Mustafa Özkan gibi doğrudan siyasi olarak bağımlı işverenlerin methiyesini yapan Taşan, bugünkü medya ortamını, isim vermeden gazete patronlarını ve bazı gazetecileri eleştiriyor ama herhalde farkında değil, özellikle gazeteci-siyasi iktidar ilişkileri konusunda kendi yazdıklarını eleştirel bir gözle okuyabilse, aslında bugünkü durumun daha o dönemlerden başladığını kavrayabilecek bir ihtimal.
Evet, sadece gazeteciler değil, her meslek sahibi, hatta her yurttaş, emekliliğinde anılarını yazmalı, genç kuşaklara bilgi ve deneyimlerini aktarmalı.
Ama Taşan'ın yaptığı gibi değil... (RD/EÜ)
* Orhan Taşan, Basında 51 yıl, Mesleki Anılar, KGM, İstanbul, 2001