Kürtçe ve Türkçe'de kullanılan ortak bir bir deyim vardır: Mala xwe rune... Türkçesi "evinde otur" demek. Her iki dilde de kullanılan bu deyimle, "Bir şeye karışma, normal yaşamına devam ettir. Sen keyfine bak.
Takma olup bitenleri. Varsa eşinle, çocuklarınla ilgilen... Seni ilgilendiren birşey olsa bile başını belaya sokacaksa karışma..." anlatılmak istenir. Mesaj bir yanıyla tevazu tavsiyesi içerirken diğer yanıyla kibarca yenilgi izahına yönelik bir çekilme önerisini deşifre eder.
Dün medyaya yönelik KCK adı altında yedi ilde eş zamanlı operasyonlar yapılırken evimde oturuyordum. Evimde geçirdiğim her sabah yaptığım gibi internetten gazeteleri taramaya başladım.
Eşzamanlı bir hareketle televizyonları da izlemeye başladım. Gözaltına alınan isimlerden arkadaşlarım da vardı. İsimler geldikçe haberin artan sıcaklığıyla birlikte bende gittikçe büyüyen bir tedirginliğe yol açtığını fark ettim. Bu ruh halimden kaçmak için gazete sayfalarını terk ettim.
Televizyonu kapadım. Twitter'e girmedim. Facebook'ta kim ne paylaşmış merak etmedim. Kalktım PC başından. Kedimi besledim, bir süre onunla ilgilendim.
Sonra salonda oturup beklemeye başladım. Bazen kendimle dalga geçtim. Sigara üstüne sigara yaktım. "Sana ne oluyor oğlum dedim?" kendi kendime. Soruma kendim cevap verdim.
Hoş, herhangi bir örgüte üyeliğim, yakınlığım, uzaklığım yoktu. Halihazırda Kimseyle bilerek, tasarlayarak ve kast ederek örülmüş bir yasadışı ilişkim olmamıştı.
Evet, Kürdüm, gazeteciyim, muhalif bir kalemim var. Kendimi defalarca devletin ilgili organlarına ihbar etmişim, Genelkurmay'ın sitesine bizzat mail atarak "Ne mutlu Türküm diyene demiyorum" demişim.
Muhalif gazete ve dergilerde çalışmışım. PKK ile görüşmelerin yapılmasını; asker ve gerilların artık ölmemesi gerektiğini, barışı, kardeşliği, demokratik bir düzeni ve en önemlisi PKK'ye terörist denilmemesi gerektiğini savunmuşum.
Telefonumda kimseyi umursamadan siyaseti bildiğim gibi konuşmuşum.
Kısaca devletle sorunu olan milyonlarca muhalif Kürtten biriydim. Kürt kökenli değildim. Direkt Kürttüm. Bütün bunlar alnımda yazılı ve geçmişimde kayıtlıyken nasıl tedirgin olmazdım?
Salonumda saatlerce kahve, kaçak çay ve sigara içerek bekledim. Gözlerimi kapıya, kulaklarımı kapıyı aşıp gelen merdivendeki ayak seslerine verdim.
Öylece bekledim... Kapılar açılıp kapandı, anneler alışverişe gitti. Temizlikçi geldi, merdiven temizliğini yaptı, gitti. Ben bekledim öylece.
Bir zil sesi bekledim. Bekledikçe arttı tedirginliğim. Bu sırada ne PC'mi temizleme gereği duydum, ne telefonum rehberini ne de hala sakladığım eski sevgilime ait mesajları...
Öylece bekledim... Beklerken, aklımdan binlerce anı geçti. beş altı yedi yaşlarındayken 1980 öncesinde Hilvan'da defalarca basılan evimizi.
Türkçe bilmeyen anamın yorgan döşekleri o sert emirlerle adı konulmamış telaşla duvara gömme bölümden nasıl indirdiğini, babamın her seferinde yaşadığı tedirginliği...
Üniversite yıllarında Kürt arkadaşlarımı düşündüm. Onlarca dağa giden ve bir daha dönmeyen Kürt arkadaşlarımı... Üniversite yıllarında yaşadığımız salt Kürt olduğumuz için gözaltına alınma ve kaybedilme korkusunu ve tedirginliğini düşündüm.
Demokrasi ve Ülkede Gündem'de habere giderken yaşadığım tedirginliği düşündüm.
Taksim İlk Yardım Hastanesi'nin altıncı katında polislerce dövülen bir gencin fotoğrafını çekmeye çalışırken beni yangın merdivenlerine çekip sorgulayan ve, "Bak gasteciii, seni buradan aşağıya atarız kim vurduya gitti derler" diyen polisin sesini bir daha duydum.
Gazeteden evime dönerken evimin sokağında bana kimlik sorup ardından "Bölücülerin gazetelerinde neden çalışıyorsun?" deyip gözaltına almakla tehdit eden sivil polislerin gözlerini bir daha gördüm.
Metin Göktepe'yi ve öldürüldükten sonra peşine düştüğümüz davasını, Afyon duruşmalarını düşündüm. Ferhat Tepe'yi, Kemal Kılıç'ı, Hüseyin Deniz'i, Yahya Orhan'ı, Musa Anter'i düşündüm...
Hrant Dink'i düşündüm. Onun yaşadığı ve öldürülmeden önce kaleme aldığı "ruh halimin güvercin tedirginliği"ni düşündüm. Sadece düşünüyordum. Sigara içiyordum, düşünüyordum...
Basbaya tedirgindim. Ahmet Kaya'nın türküsü dönüp dönüp dolaşıyordu dilimde. Kendi kendime söylenip durdum, "Sarı sıcak yazlar uzak..."
Hrant Dink'in yaşadığı ruh halinin güvercin tedirginliği eşiğinin, gün itibariyle Kürt gazeteciler için "aşıldı" dediğimi duydum. Hrant'ın "Bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmazlar" önermesinin bizzat kendi şirin canıyla, arkadan bedenine sıkılan kurşunlarla tekzip edildiğini düşündüm...
Yaşadığım tedirginlikte tek olmadığımı, aniden çalan ve korkumu katlayan telefonumdaki kayıtlı olmayan numaranın adeta belgelediğini gördüm.
Karşıdaki sesi duymadan ürkek bir sesle verdiğim "efendim" sesi yetmişti herşeyi anlatmaya. Arayan işyerinin telefonuyla bana ulaşan arkadaşımdı. Onun da sesi her zamanki gibi değildi.
Ben ona, o bana kavramı kullanmayarak "tedirginsin" demiştik. Ve sonra her çalan telefonda birbirinin ardı sıra ve benzeşen diyaloglarla kavramın nasıl şiyar edildiğini gördüm...
Bu da olmuştu, ürkütülmüş bir serçeye benzetmiştim kendimi. Yaşadığım apaçık bir korkuydu. Adını koymuştum. Evet, korkmuştum. Evimde oturuyordum.
Birşeye karışmıyordum. Kiramı ödemeye, yazdığım kitaplarımı yayınlatmaya, dışarıdan çalıştığım dergiye iş olduğunda aksatmadan gitmeye çalışıyordum.
Hısımlarım yoktu, kimseyle alıp vermediğim de... Ama yine de korkuyordum. Korkmuştum işte. Kendimi korkarken yakalamıştım. Ben korkmuştum. Korktum ben! Ben korktum!
Çünkü devlet dün bana, "evinde otur" dedi.
Korktum... (FA/BA)