Kemal Derviş bir süredir siyasette bir "sosyal-liberal" sentezin peşinde olduğunu söylüyor. Bu yazıda söz konusu sentezin anlamı ve Türkiye politikasında tutunabilme şansı üstünde durmak istiyorum.
"Sosyal liberalizm" terimi modern siyasi fikirler tarihine aşina olanlara hiç de yabancı değildir. Bu düşüncenin geçmişe doğru izini sürmek istersek, 19'ncu yüzyılın ikinci yarısında eser vermiş olan İngiliz düşünür T. H. Green'e (1836-1882) kadar geri gitmemiz gerekir. Green, yaşadığı dönemde hakim olan Marksist-sosyalist hareketlerin klasik liberalizme yönelttikleri bilinen kollektivist eleştiriler karşısında liberalizmi "yeniden" formüle etmeye çalıştı. Böylece, "pozitif özgürlük" anlayışından yola çıkan ve "sosyal" yönü ağır basan yeni bir "liberalizm" yorumu ortaya çıktı. Bunun pratik politikayla ilgili sonucu, kısaca, toplumun "özgürleştirilmesi" için devlete aktif bir görev verilmesidir. Ne var ki, ondaki Hegel'ci etki, bireylerin hak sahipliğini "ortak amaçlar"da temellendirmesine yol açtığı için, Green'in yeni formülasyonunun "liberalizm"in temel öncülleriyle bağdaşabilirliği tartışmalıdır.
Green'den sonra Hobhouse
Daha sonra gelen L. T. Hobhouse ve J. A. Hobson, sosyal-siyasal felsefeleri bakımından esas itibariyle Green'in açtığı yoldan yürüdüler. Temel endişeleri bireysel özgürlükle devlet müdahalesinin bağdaştırılmasıydı. Hobhouse'a göre, (işbirliği ve organizasyon düşüncesinden hareket eden) sosyalizm ile (bireysellik düşüncesini esas alan) liberalizm birbirine karşıt olmaktan çok birbirini tamamlayan idealleri temsil ediyorlardı. Hobson da sınırlı bir kollektivist uygulamanın zamanla refahı artıracağını, bunun da devlet müdahalesine olan ihtiyacı azaltacağını düşünüyordu.
Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı dünyasında hakim siyasi paradigma haline gelen "revizyonist liberalizm"in temelleri böylece atılmış oldu. Avrupa'da 1970'ler sonlarına kadar hakim olan "sosyal-demokrat mutabakat"ının özünde yatan -Marksist etkinin dışındaki- en önemli fikir buydu. Bu revizyonist liberalizm Marksist olmayan çağdaş İngiliz solunda da en az Fabianizm kadar etkili olmuştur. Sosyal demokrasi üzerindeki hegemonik mutabakat bir ara (1980'lerde) sarsılır gibi olduysa da, bu ara dönem çok kısa sürdü ve aynı tez bugün başka bir adla ("Üçüncü Yol") yeniden hakim hale geldi. Bu süreçte Tony Blair'in "Üçüncü Yol"da, mesela Marksist fikir temelinden gelen Alman Sosyal Demokrat Partisi'nden daha önce ve daha kolay karar kılabilmiş olmasının asıl nedeni de İngiliz solunun belirttiğim tarihsel zeminiyle ilgili olsa gerektir.
Derviş'in tezi Anglo- Amerikan tezidir
Bu çerçevede, Kemal Derviş'in "sosyal-liberal" sentezi aslında bir Anglo-Amerikan tezidir. Bu sentezin "Anglo" olan yanına yukarıdaki açıklamalarda işaret edilmişti. "Amerikan" olan tarafına gelince, Amerika'da düşünce hayatında aşağı yukarı son 70 yıldır egemen olan paradigma genellikle zannedildiği gibi "klasik liberalizm" değil, "revizyonist liberalizm"dir. Amerikan liberallerinin fikri ilham kaynakları Hume ve Smith değil, fakat Green ve diğer "sosyal liberaller"dir. Onlar Locke'u ve Amerika'nın "baniler"ini de kendi paradigmalarına uyarlayarak okurlar. Amerikan liberallerinin mülkiyet haklarını diğer sivil haklar kadar hararetle (hatta hiç) savunmama yönündeki geleneksel eğilimleri bugün şirketlerin sosyal sorumluluğu tartışmaları bağlamında kendisini başka bir biçimde göstermektedir.
Sonuç olarak Amerikan "liberalizm"i klasik liberalizme olduğundan daha çok Avrupa sosyal demokrasisine yakındır. Aslında bugün Avrupa'da "Üçüncü Yol" (veya "Yeni Orta") denen proje Avrupa sosyal demokrasisinin özel mülkiyet karşıtı dozu azaltılmış yeni bir anlatımı olduğu kadar, Amerikan siyasi düşüncesindeki "liberalizm"in "toplumculuk"la (communitarianism) harmanlanmış bir türü olarak da okunabilir. Kısaca, Derviş'in "sosyal-liberal" sentezi yeni bir fikir değildir.
Mamafih, bütün bunlar Derviş projesinin Türkiye'de tutulma şansı hakkında bize pek bir şey söylemiyor. Söylemiyor, çünkü Türkiye'de siyasetin yapısını ve siyasal bölünmeleri belirleyen etkenler bu tür "modern" projelerle ilgili olmaktan çok "Türk modernleşmesi"nin kendisine özgü yapısıyla ilgilidir. Başka bir anlatımla, Batı'da olduğundan farklı olarak, Türk siyasetindeki temel gerilimler ve ana bölünmeler, esas itibariyle, "kamu siyaseti" konusundaki anlayış farklılıklarından doğmuyor; Türkiye'de ana mesele iki asırlık modernleşme maceramızın niteliğidir. Bizde siyasetin yapısını asıl belirleyen, çeşitli toplum kesimlerinin modernleşme projesi karşısında aldıkları veya almaya zorlandıkları farklı tutumlardır.
Türk modernleşmesi devlet projesidir
Türkiye'nin resmi modernleşme projesinin başlıca iki özelliği bu konuyla ilgilidir. Birincisi, modernleşmenin bir devlet projesi olarak ortaya çıkması, ikincisi ise, projenin ana hedefinin hayat tarzı değişimini veya kültürel dönüşümü sağlamak olmasıdır. Resmi "çağdaşlık" söyleminin temelinde yatan da özellikle bu ikinci noktadır. Bu projenin siyasi anlamı, çok kısa olarak, şudur: Türkiye'de modernleşmenin bir devlet projesi olarak yürütülmeye çalışılması devleti alabildiğine güçlendiren ve o ölçüde de sivil toplumun gelişmesini (veya ortaya çıkmasını) zora sokan bir etken olmuştur. Bunun pratik sonucu, devletin toplumun bir aygıtı olarak değil de nazımı ve efendisi haline gelmesi, bürokratik tahakkümcülüğün yerleşmesi ve sivil/siyasal özgürlükler üstünde yaygın baskıdır. Öte yandan, modernleşmek adına toplumun geleneksel hayat tarzını ve kültürünü dönüştürmeye yönelmek de bu baskıcı pratikleri pekiştirmeye yaramıştır. Yani, cebri "çağdaşlaştırma" projesi büyük toplumsal kesimlerin siyasal muhalefetine hem zemin hazırlamış, hem de onun meşruluk temelini oluşturmuştur.
Onun içindir ki, bugün Türkiye siyasetinde bir rol -ve kendilerine bir yer- talep edenlerin toplumdan nasıl bir karşılık göreceklerini belirleyecek olan en önemli faktör, bu temel gerilim ve onun bugünkü yansımaları karşısında alınan tutumlardır. Türk siyasetinde ana kimlikler hala böyle belirlenmektedir. Resmi modernleşme projesiyle onun uygulanma tarzı karşısında eleştirel bir tutum almayanların kendi siyasetlerine yaygın bir toplumsal destek görmelerinin çok zor olduğunu Türkiye'nin yakın tarihi göstermektedir. Bundan dolayı, bugün herhangi bir siyasi hareketin topluma sunduğu projenin "sosyal" yanına (eğer varsa, ve o her neyse) toplumun bir ölçüde olumlu cevap vermesi mümkün olmakla beraber, kültürel dönüşüm ve hayat tarzı meselesini dert edinmeyen ve hele bu meselede devletin yanında yer aldığı izlenimi veren bir siyasi hareketin toplumdan göreceği olumlu karşılık onu iktidar yapmaya yetmeyecektir. Çünkü, seçmenin sizi değerlendirirken ilk bakacağı "kimliğiniz", yani -bu bağlamda- kimden yana ve kimlerle beraber olduğunuzdur.
Ayrıca, "sosyal" olsun olmasın, kimliklerinin tanımında "liberal" sıfatına yer verenlerin Türkiye'deki bu ayrışmada devletin yanında yer almaları tam bir fikri tutarsızlık da olurdu. Çünkü, birçoklarının naif bir biçimde sandığı gibi, liberal duruşun ayırt edici özelliği, "çağdaş" veya değil, belli bir hayat tarzından yana olmak (hele onu başkalarına dayatmayı istemek) değil, tam tersine insanların farklı hayat tarzlarını seçmeye veya korumaya hakları olduğunu kabul etmektir.
Çağdaş çoğunluk yeterli bir kavram değilidir
Şimdi, Kemal Derviş'in veya bir başkasının, bu temel konuda sessiz kalarak siyasette yol alması mümkün değildir. Çünkü, elbette son 30-40 yılda seçmenlerin siyasal tutumlarını etkileyen faktörlerde kısmi bir farklılaşma ve çeşitlenme olmuştur: ama buna rağmen, Türkiye politikasında bu konuda hakim olan ana belirleyici hala yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığım bölünme çizgisinden başka bir şey değildir. Dikkatli bir göz, bugün her biri birer bağımsız sorun olarak görünen meselelerin çoğunun aslında bu tarihsel gerilimle ilgili olduğunu kavrayabilir. Evet, "sosyal" politikalarla dezavantajlı toplumsal kesimlerin, "liberal" politikalarla da kimi sermaye gruplarının desteği belki bir ölçüde elde edilebilir; ama "liberal" olmanın, işaret ettiğim bağlamda, toplumdan yana olmak anlamına geldiği Türkiye'de bu noktayı göz ardı eden bir siyasetin toplum tarafından ciddiye alınması ihtimali zayıftır. Kemal Derviş, mesela, resmi laiklik politikası hakkında ne düşündüğünü, "28 Şubat"ı nasıl gördüğünü, siyasi partilerin kapatılması meselesine nasıl baktığını ve bugün Adalet ve Kalkınma Partisi'ni (AKP) demokratik siyasetin meşru bir aktörü olarak kabul etmek istemeyen devlet seçkinleriyle mutabık olup olmadığını vb. açıklamak zorundadır. Bu arada işaret etmek gerekir ki, "çağdaş çoğunluk" terimi bu sorulara cevap olmak bakımından hiç de uygun bir hareket noktası değildir. "Çağdaş çoğunluk"tan başka bir referansı olmayan bir "sosyal-liberal" sentezin Türkiye'de kendine hatırı sayılır miktarda muhatap bulması zordur.(NK)
* Vurgular ve ara başlıklar Bianet'e aittir.