Manşet görseli, Monet evi, Givenchy, Ekim 2021
Çiğdemcim, sana yazmaya başlamak ne zor oldu anlatamam. Bir kere onlarca yıldır sadece kart yazmış birini mektup yazmaya oturtmak çok zor, ikincisi senin içerde olduğuna alışmak zor, alışamayacağım.
Ayrıca hayatımda, hayatimizde hep varsın, hiç bir duvar seni bizden ayıramaz! Al sana örnek!
19 Mayıs 2022, çalışmıyordum: 19 Mayıs! kurtuluşun başlangıcı!
Bu hafta kendi kendime tatil verdim, belki de bu tarihi boş bırakırken senin Cannes festivaline geleceğini, bu aralarda bize, Paris'e uğrayacağını düşünmüş olabilir miyim?
Seninle bir sergi görmeye karar verdim: Luxembourg müzesinde; yerini hatırladın mı? Luxembourg parkının arkasına düşer ve Fransız Senato binasının da yakınındadır.
Hangi sergiyi mi gördük? Hadi Çiçi, anlat deyişini duyar gibi oluyorum.
Çiğdem Mater ve Çiçek Şakiroğlu
Seninle en son gördüğümüz sergiyi hatırlıyor musun? Ekim sonuydu, konu Nazi Avrupası’nda eşcinseller ve lezbiyenlerdi; yer Paris’teki “Memorial de la Shoah“ idi.
Eşcinsellerin toplama kamplarına ilk gönderilenlerden olduğunu bu sergide öğrenmiştim. Bu arada bu konunun bu kadar geç tartışılıyor olması toplumdaki eşcinsel düşmanlığına bağlanıyordu ki bunun doğru olduğunu düşünüyorum.
İkinci Dünya Savaşı’nda “Enigma”yı (Almanların İkinci Dünya Savaşı’nda kullandıkları, kodlu, ve kodu her gece yarısı değişen bir iletişim aracı) çözerek milyonlarca insanı ölümden kurtaran, savaşın en az iki yıl daha önce bitmesine olanak veren ve bilgisayarın babası sayılan ünlü dahi, İngiliz matematikçi Alan Turing'in eşcinsel olduğu için 1952’de nasıl yargılandığını ve 1954’te evinde siyanürle zehirlenerek öldükten sonra 2013’te nasıl Kraliçe II. Elisabeth tarafından savaş kahramanı ilan edilip, kraliyet “affına“ uğradığını da görmüştük ayni sergide.
İlla da sinemaya bağlanacağız ya Enigma’nın hikayesi 2014’de çekilen “İmitation Game” isimli filmde anlatılıyor, aynı yıl Oscar’da en iyi senaryo, en iyi film ve en iyi aktör ödülleri aldığını hatırlatırım ve görmediysen seyretmeni öneririm. Saçmaladım yine! Nasıl olabilecek bu iş?
'Öncüler' sergisinde
Yine dağıttım konuyu: bugünkü sergimizin konusu “ ‘Pionnières’ Artistes dans le Paris des années folles” yani “ ‘Öncüler’ Paris‘in çılgın yıllarında” olarak çevrilebilir. 1918-1931 yılları arasında öncü kadınların, sanat, moda, ekonomi ve bilim alanlarında neler yaptıkları anlatılmaya çalışılmış.
Bu kadınlardan bir kısmının ismi bilinse de (Romaine Brooks, Suzanne Valadon, Marie Laurencin, Tamara de Lempicka…) çoğunluğunun kitlelerce bilinmedigi vurgulanıyor sergide.
Serginin afişi bir memesi, üzerindeki mavi örtüden hafifçe çıkmış, bir kolu başının altında genç bir kadın, düşünceli sanki! Ya da aldırmıyor? Arka dekor kübizmin etkisinde. Tamara de Lempicke adlı1898’de Varşova da doğan 1980’de Meksika’da ölen Polonyalı bir ressama ait afişte kullanılan resim.
Aklıma Fransız devriminin sembolü olan, üstü başı yırtılmış, bir memesi dışarda, elinde bayrak taşıyan kadının olduğu tablo geldi.
Müthiş kadınlar
Tamara 1920lerde Paris’te yaşamış ve güzel sanatlar okumuş, yeni Kübizm'le Rönesans’ın sentezini yaptığını belirtiyorlardı sergide! 1923 yılında sergilediği çıplak (nue) iki kadını sergileyen tablosunun bir erkek tarafından yapıldığına inanılıyor ve tablonun Tamara’ya ait olduğu sadece iki yıl sonra ortaya çıkıyor.
Sergide eserlerini görebildiğimiz kadınlar 1920li ve 30lu yıllarda Paris’te yaşasalar da çoğu farklı ülkelerden; örneğin Alexandra Belcova Rus kökenli, Romaine Brooks, Amerikalı bir aileden İtalya’da doğmuş, Sonia Delaunay Ukrayna kökenli, Nobel ödüllü Marie Curie 1867’de Varşova’da doğdu.
Bu arada, bu yıllarda politika yapan kadınların durumu da korkunç: 1926’da belediye seçimlerinde Fransız Komünist Partisi listesine kadınları da koyuyor. Bunlardan Josephine Pencalet Belediye Meclisi’ne seçiliyor, çalışmaya başlıyor, maalesef mahkeme seçimi birkaç ay sonra geçersiz sayıyor.
1918’de Marie de Regnier, Gerard d’Houville (erkek ismi) adıyla yazdığı eseriyle Fransız Akademisi’nin büyük edebiyat ödülünü alıyor.
Ha aklıma gelmişken hemen yazayım, hepimizi, en çokta iyi tanıdığın birini ilgilendiren Shakespeare and Company kitabevi 1919’da Amerikalı Sylvie Beach tarafından açılıyor! “Ay iyi ki açmış” dediğini duyar gibi oluyorum.
İlk Fransız kadın film yapımcı, Rose Pansini filmini 1920’de yapıyor
1921’de Wimbledon tenis turnuvasında, dünya olimpiyat şampiyonu, Fransız tenisçi Suzanne lenglen diz seviyesinde pileli, beyaz bir etek giydiği için tahrik edici bulunuyor!
Şimdi kızdığını biliyorum. “Aşağılıklar kendilerine baksınlar, niye tahrik oluyorlarmış" diye düşünüyor olabilir misin acaba?
Panthéon kadınları
Tabi ki Kasım 2021’de Panthéon’a taşınan Josphine Baker’den söz etmeden öncüleri bitiremezdi sergi! Önemli bir yer vermişler ona sergide.
Josephine Baker, Amerika’da Saint-Louis’de 1906’da doğan siyah bir Amerikalı (İspanyol, Afro-Amerikan ve yerli kökenleri var).
Irkçılıktan canı yanıp 1920'li yıllarda Paris‘e yerleşen, müzikhollerde (Folies Berger..) çalışan (dans ve şarkı) Josephine Fransız sinema ve sanat dünyasının da bir parçası oluyor.
1939’dan itibaren İkinci Dünya Savaşı’nda Fransız gizli servisinin ajanı olarak önemli işler görüyor, direnişe büyük katkıda bulunuyor. Savaşın sonunda “Legion d’honneur” (onur madalyası) madalyası veriliyor kendisine. 2021’de de Panthéon‘a cenazesi taşınan ilk siyah kadın oluyor.
Biliyor musun bilmem, Panthéon‘a gömülen diğer beş kadın ise Marie Curie, Simone Veil (politikaci ve 1974’de istenmeyen gebeliğe tıbbi yollardan son vermeyi ilk serbest bıraktıran sağlık bakanı), direnişçiler Germaine Tillon, Geneviève de Gaule ve fizikçi Sophie Berthelot!
Ha kaç erkek yatıyormuş orda dediğini duyuyorum. Cevap: 75!
Ne dediğini duydum, ağzına biber süreceğim!
Sergiye dönelim, bugünkü mektubun konusu bu!
Ha, yahu sadece yüz yıl geçmiş bütün bunların üstünden! Diyorsun ya! Çok haklısın! Her şey çok nazik, kırılgan ve hassas.
İşte bu yüzden kadınlar mücadeleyi bırakmamalılar, elde ettikleri haklardan vazgeçmemeliler! Her geri adım bizi onlarca yıl geriye götürebilir.
Toscana
Ha birde sana “Toscana” filminden söz etmek istiyorum. 2022’de Mehdi Avaz’in yaptığı bir film. Danimarka’da bir çok ödüllü (Micheline etc..) bir restoranı olan bir Şefin babasından kalan şatoyu satmak üzere yıllar önce ayrıldığı Toscana’ya döndügünde yaşadıklarını konu alan bir film.
Hemen aklıma Nadire’nin bana armağan ettigi benim de en az 30 kişiye okumasını tavsiye ettiğim “Toscana Güneşi” ve kitabı okuduktan sonra yapmaya karar verdiğimiz (üç kişi) ama henüz çeşitli engeller yüzünden (Covid ve benzerleri….) gerçekleştirmediğimiz Toscana programımız geldi.
Ha bu arada Cannes’da var tabi ki! Bu sene maskeler de düşmüştü, ne iyi olurdu….
Bir de bu telefonumdan şikâyetçiyim! beni dinlediğinden eminim.
Olamaz böyle bir şey, ben her Çiğdem dedikçe telefon da bana seçip seçip senin olduğun fotografları veriyor!!! Üstelik çok dil biliyor bu hain telefon. Fransızca, Türkçe, İngilizce farketmiyor.
Ne verdi biliyor musun geçen gün? Bildin mi?
Benim “Monet’in evinde, bahçelerinde çektiğimiz fotoğraflarımızı verdi, özellikle de senin olduklarını….
Ağlamak istiyorum!!!
Yok, ağlamayacağım!
Güzel günler gelecek, daha ne sergiler, ne filmler göreceğiz, ne yolculuklar yapacağız. (ÇCŞ/APK)
* Fotoğraflar: Çiçek Cengiz Şakiroğlu