İdris Küçükömer
İdris Küçükömer'i doğru dürüst okuyan herkesin anladığı şekliyle özetliyorum: Küçükömer, yetmişli yıllarda, kapitalizm bu ülkede kendi "evrensel rejimini" kurana kadar, "CHP, sola kayabilir ama bürokrasi ile eski bağlarını kurmazsa" diye ya da "Milli Selamet Partisi (AKP'nin "öncülü"), kapitalizm öncesi ideolojiyi kullanarak uzun süre yaşayacaktır" diye yazdığında, yaptığı bir öngörüye değil son derece basit bir gerçeğe işaret etmekten ibaretti: Sola, gerçek işini, sınıf hareketini tarihsel bir özne olarak kurmayı hatırlatmak; modernleşmecilerin kol ve kanatları altında Abdullah Cevdet aymazlığını solculuk sanma gafletinden kurtulun, demek; daha önemlisi: Burjuva demokrasisinin Fransız Devrimi olmadığını, kapitalist demokrasinin Thermidor'un kurduğu rejim olduğunu; burjuva değerlerin Napolyon'un yaydığı değerler yani, Kilise'yi yıkan Robespierre'in iktidar sarhoşu burjuva radikalliğine karşı, Vatikan'la Koda anlaşmasını yineleyen Napolyon değerleri olduğunu hatırlatmak;.
Küçükömer'in hep ama hep yanlış yorumlanması, Marksizmle olan köklü ilişkisinin görmezden gelinmesi, ideolojik bir tercih gibi görünüyor bana. Küçükömer, çok büyük sorular sormadı, modernleşme tarihimizin Marksist bir analizini yapmaya ve buradan güncel görevler çıkarmaya çalıştı. Kemalizm'e sol bir gömlek giydirmenin zorluğu ve "sınıf" kavramı olmadan yapılacak analizlerin yanlışlığı, "devletin doğu toplumlarında oynadığı özgül rol"ün sınıf analiziyle nasıl buluşturulabileceği 1980'e kadarki yazılarının temel gündemidir. "Sivil toplum"u da, aslına uygun olarak, hep modern burjuva toplumunu işaret etmek için kullanmıştır. Bu açıklamaları Küçükömer'de "sivil toplum" kavramının değer yüklü olmadığını, sonradan Küçükömer'e dayanarak yapıldığının aksine normatif içerik taşımadığını vurgulamak üzere yapıyorum. Şimdi, çok daha açıkça görüyoruz. Türkiye kapitalizmi, dünya kapitalizminin parçası olarak, ideolojik hegemonyasını liberal İslam'a da dayanarak yeniden ve yeniden tesis ediyor. Bu hegemonya, Gülen'i de "sivil" bir değer haline dönüştürüyor. Yanlış yorumcuların verdiği içerikle yazalım, bu durumda toplum "sivil"leşmiyor, aksine, doğucu-gerici biat kültürü, hegemonyanın asli kurucu öğesi haline dönüşüyor. Küçükömer, DP-AP-MSP analizlerinde bu olasılığa da özellikle dikkat çekmiştir.
Doğan Avcıoğlu
Yanlış bir saatin bile günde iki kez doğru zamanı göstermesi gibi, Engin Ardıç, Doğan Avcıoğlu'nun ölüm yıldönümü vesilesiyle doğru bir gözlemde bulunmuştu: "Yirmi yıl geçmiş, vay canına! Şimdilerde Doğan Avcıoğlu'nu kim hatırlar? Yalnızca Cumhuriyet Gazetesi hatırlar, o da bütün bütüne ayıp olmasın diye, dokuzuncu sayfada tek sütun... Sağ kolu Hasan Cemal bile, sol kolu bizim Uluç bile (Gürkan) hatırladı mı acaba? Oysa, yirmi yıl önce -sigaradan- öldüğünde, 'demokrasiye aşıktı' diye övgüler düzmüşlerdi o gazetede, biz de ağzımızı bırakıp başka yerimizle gülmüştük. Bu kez merhum Avcıoğlu'nu nasıl tanımlayacaklarını da bilememişler, 'sosyalist tarihçi' demişler." (06.12.2003, Star Gazetesi)
Doğrusu şu, Avcıoğlu'nun sosyalizmle bir ilgisi yoktu. Kemalizmin radikal bir yorumcusu idi sadece. Bu doğrunun bir de "doğru gibi kısmı var. 12 Eylül'le birlikte sol Kemalizmi eleştirmeye çalışan bir grup aydın, Küçükömer'in bambaşka bir bağlamda kullandığı "sivil toplum" kavramını alıp, devlet-toplum ikiliğinden yola çıkarak "yeni sol" bir perspektif oluşturmaya çalıştılar.
Solun "modernleşmecilerle ittifak içinde kurduğu" bütün sahte kaleleri, 12 Eylül'ün zoru, Özalizmin Türkiye kapitalizmini dünyaya açması ve kısmen de bu "yeni sol" eleştiri sayesinde teker teker düştü. Edebiyat gitti. Üniversiteler gitti. Sendikalar gitti. İşte orta sınıfın birkaç meslek odası, o da kafası karışık şekilde kaldı. Sendikaları en sonda saydım, çünkü, sözünü ettiğim sahte kaleler!
Şimdi evet bir "sivil toplum" var; ama bu, Küçükömer'in sözünü ettiği siyasal işçi hareketinin bağlaşıkları ile birlikte kurduğu (siyasetin sınıf mücadelelerinin görünür gündemleri ile kurulduğu) bir sivil toplum değil, Fetullah Gülen'in "hoşgörü toplumu". Daha açık deyişle, bu sivil toplum, kapitalizmin Türkiye'deki yeni hegemonya kalelerinin (örgütlerinin) toplamından ibaret.
Karakterler ve Sorun
Nihayet, Gülen röportajına dönebiliriz. Sivil toplum, ideolojik bir kavram. Ama o da, bu yazının içeriği bakımından ayrı bir bahis. Konumuz "bizim toplum". Altan'ın romanında bizim toplumun birinci modernleşme evresini temsil eden karakterler var. Bizi ilgilendiren, iki erkek ve bir kadın. Belki de, iki kadın.
Birincisi, paşa çocuğu olan erkek, annesi Mısır prensesi olan -isimler mühim değil, değil mi?-. İkincisi, şeyh. İlk kadın, şeyhin ilk "zevcesi", ikinci erkeğin de ilk "sevgilisi". İkinci kadın, ilk erkeğin annesidir, "başı açık"ken şeyhle tanıştıktan sonra başını örten, Paris sosyetesinin gülü; Mısır Prensesi.
Gülen'in "mülakatı"nı okurken hep aklıma, şeyh geldi. Etrafına bakarken de hep, diğerleri. Bizim toplum, ancak bu kadar "sivil" olabiliyordu işte. Bu bir eleştiri cümlesi değil. Aksine, gayet nötr bir "tespit" cümlesi. Evrensel kapitalizmin bize hediye ettiği budur. İlhan Selçuk'un hiç ama hiç anlamadığı da bu değil mi? Kemalizmin bize hediye etmek istediği "muasır medeniyet seviyesi" daha başka neydi ki? Ne diyor Gülen; "eğitime önem verdik, arkadaşlar dinlediler, eğitimli insan yetiştirmek için çalıştık" diyor. Selçuk'un başka planı mı var? Ne diyor Gülen, "Müslüman terörist olamaz". Selçuk, aynı yazıyı yazmadı mı? Cumhuriyet Gazetesi sürekli bu fikri tefrika etmiyor mu? Ne diyor Gülen, "İslam dünyası diye bir dünya yoktur." Yolunda yürüdüğü Said-i Nursi gibi, "İslâm'ın geleceği şuradır" diye Arap diktatörlüklerini eleştiriyor. Kemalist İlhan Selçuk'un Arap alemine başka bir teklifi mi var? Kapitalizm, kendi kalesi olarak "sivil toplumu"nu yarattığında ne yapacaktı başka? Vatikan'la uzlaşacak hali yoktu ya. Elbette Gülen'le uzlaşacaktı. Gülen de Vatikan'la uzlaşacak. Bu, siyasal işçi hareketinin yokluğunda, doğal bir gelişmedir.
Mısır Prensesi
Altan'ın romanının yarattığı başka çağrışımlar da var. Bu çağrışımlar, adı üzerinde sadece bir analoji değeri taşıyorlar. Ama paylaşmakta sakınca olmasa gerek. Altan'ın kadın karakterlere atfettiği "kadınlık tarihsel özü" (hatta, "güdü"sü) bir yana bırakılırsa; Mısır Prensesini şeyhin sohbetlerine çeken şey; huzur.
Türkiye aydınının Zaman'la sunulan "huzur" karşısında bocalamadığı söylenebilir mi? Somut durum, aksi işaretler taşıyor. -Bu da ahlaki bir eleştiri değil, sadece bir "tespit"-. Türkiye'de Batı, hani o muasır medeniyet diye jandarma dipçiği ile halkın canını yakan Batı sevdasının artık tek bir "huzurlu" adresi vardır çünkü: "Sivil toplum". O da, hoşunuza gitsin gitmesin, Gülen efendiyi de kapsar. Heybeliada Ruhban Okulu açılmasın diye çırpınan Perinçek, açılsın diye uğraşan ise Gülen efendidir. Bu bir ideolojik gösterge. Diğer gösterge ise, Abant toplantıları. Katılımcıların kişisel tarihlerinin basit bir soruşturulması bile, sözünü ettiğimiz bocalamanın açık bir kanıtı. Bocalama, iki yönde. Kapitalist hegemonyayı tartışan, sorun eden yok. Bazılarında belli belirsiz mevcut hegemonyaya biat tavrı var. Diğerleri ise, bu vesileyle, "Cumhuriyet'e ihanet" yaygaraları koparıyor. "Hangisine, gazeteye mi?", diye sorası geliyor insanın. Zaman, günün "Cumhuriyet"i olmuşsa, onu, kapitalizmin kuruluş evrelerinde sermaye lehine görevini eksiksiz yerine getiren "Cumhuriyet" çizgisi düşünmeli, halka ne? Cumhuriyet, "sosyalizm" kavgası verdi de mi bu noktaya geldi? Yaptığı "Genç Subaylar" manşeti atmak değil mi hâlâ?
Kavganın özü
Kavga şu: "Muasır medeniyetçi" aydınlar, bir kısım bürokratlar ve bazı komutanlar tarafından temsil edilen çizgi, diğer çizginin bunlara verdiği isimle "laikçi"ler, Türkiye'de kapitalizmin gelişme evresinden devralınan alışkanlıklarını, yani ayrıcalıklarını devam ettirmek istiyor. Gülen efendiye göre, bunlar, oligarşik bir yapı ve esas "mürteci" bunlar. Diğer çizgi ise, liberal İslâm'ın, Türkiye kapitalizminin kurtuluşu olacağını düşünüyor. İki çizgi de, kapitalizmin dünyasallaşma eğilimi ile tümüyle uyumlu ve bu eğilimin yarattığı bölgesel görevleri Türkiye Cumhuriyeti'nin ikirciksiz üstlenmesini istiyor. İki çizgi de, toplumsal yaşamın ve devletin buna göre düzenlemesinde hemfikirler. İkinci çizgi hükümet, birinci çizgi muhalefet. Her ikisi de sermaye çizgisi. Sermaye, Türkiye'de siyasetin bu dar alana hapsedilmesini istiyor.
O kadar ki, bu dar alanda koparılan fırtınanın haddi hesabı yok. Gülen efendi, Cumhuriyet Gazetesi'nin Genç Subaylar manşetine aylar sonra şu yanıtı vererek, aslında tartışmaya da nasıl nokta konulacağını öngörüyor: "Medyadan izlediğim kadarıyla, gerçekten öyle bir şey var mı, yok mu; onu o müessesenin (TSK'yı kast ediyor-b.n.) başındakiler, orada önemli yerlerde olan insanlar bilirler. Bilirlerse zannediyorum oradaki birliğin bozulmaması için yapılması gerekli olan şeyleri de yaparlar. Varsa gerçekten cunta, -olmamasını dilerim- onları da diskalifiye ederler, ayıklarlar ve onlara fırsat vermezler. Cuntacılar iflah olmamışlardır. 27 Mayıs'tan bu yana ben o müesseseyi biliyorum. Talat Aydemir'in başı ezildi. O dönemde askerdim ben Mamak'ta. Bu açıdan var olup olmadığını bilemem ben. Olabilir de. Ama varsa iflah olmaz cuntacılar. Bugün bir şey yapsalar bile yarın kahhar bir kuvvet, Cenab-ı Hakk'ın kuvveti, iflahlarını keser."
Kapitalist devleti resmederken, Gülen efendinin kendi meşrebince çok az hata yaptığını kabul etmeliyiz. Söylediği, sermaye stratejisine bağlanmayanın başına balyoz yiyeceği değil mi? Allah'ın kuvveti, sermayeyi kodlamıyor mu? Ordu da, küresel sermayenin çıkarı hangi çizgiye uyarsa onu destekleyecektir, hepsi bu.
Hepsi bu; iki çizgi de emekçi halk için daha çok sömürü anlamına geliyor. Hepsi bu; aydınımız, bu iki çizgi arasında bocalayıp duruyor.
Hoşgörü mü hegemonya mı?
"Sürgünde mi hissediyorsunuz?" diye soruyor gazeteci. Gülen, sağlık sorunları için geldiğini söylüyor önce. Sonra açılıyor, "evet" diyor, "sürgünde gibiyim de". Ekliyor, "hoşgörü yaklaşımımız çerçevesinde söylüyorum" diyor, "başkaları da, benim gibi, görüşleri yüzünden sürgün yaşamışlardır". Trotsky'nin adını anıyor.
Zaman Gazetesi yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı, seçimi değerlendirirken lafı Cumhuriyet Gazetesi'ni ve solu eleştirmeye getiriyor -Cumhuriyet ne bakımdan soldur? diye haklı bir soru geliyor akla ama o ayrı bahis. Diyor ki, "demokrat değiller, farklı fikirleri hazmedemiyorlar, gazetelerinde bir sağcının yazdığı hiç görülmüş müdür?" -İlhan Selçuk ne bakımdan solcudur? diye bir soru geliyor akla ama o da ayrı bahis.
Bazen "hegemonik" diye Türkçe'ye uymayan bir türetme sözcük kullanılıyor, yerine "başat" diyeceğim. Şunun için, şimdi, başat olmasalar, bu kadar rahat "biz demokratız" diye konuşabilirler miydi? "Kafirler" diye yazdıkları günleri unutup?
Yakın geçmişten söz ediyorum. Onu düşünelim biraz. Daha yakın geçmişte, 1985'te mesela, üstelik solun üzerinden buldozer de geçmişken hani, Gülen, Trotsky'nin adını bu kadar kolay hem de kendi kaderine ortak koşarak anabilir miydi? Hatta gazeteci Nuriye Akman, o gazetede istihdam edilebilir miydi? Hilmi Yavuz köşe yazarı, Elif Şafak, Turkuaz'da -Zaman Gazetesinin Pazar eki- yazar olabilir miydi?
Herkes yanıtı biliyor. Şimdi olabiliyor, basit bir nedeni var: Kabul edelim, onlar artık başatlar. Hegemonyacı güç, onların fikirlerini besliyor ve onlardan besleniyor. O yüzden kolları herkese açık. Buna da hoşgörü diyorlar. Biz, İslam bulamaçlı liberal demokrasi masalı desek, kabul görür mü? Görmez, çünkü yalnızca akılları değil, kalpleri de onlar kuruyorlar. Frankfurt Okulu'nun faşizmi analiz ederken dehşetle işaret ettiği gibi, standartlaştırıyorlar.
Zaman
Doksanlı yılların başlarında, sistemin başat aklının Cumhuriyet'ten Zaman'a kaydığını söyleyenler çıkmıştı. 1997 yılında gündeme gelen 28 Şubat müdahalesi sonrasında, bu eksenin değişebileceği inancı, askere güven tazelemekle eşzamanlı olarak Cumhuriyet gazetesi çizgisinde yenilendi. Halbuki, olan, basit bir düzenlemeden ibaretti. Sınırları, şeyhler değil, kapitalizm belirleyecekti. Bu düzenleme, Türkiye kapitalizminin yapısal olarak mahkum olduğu krizle karşılaşınca, mutlu bir evlat doğurdu: Recep Tayyip Erdoğan. Erdoğan şahsında, kapitalizm, uzun sürecek bir hegemonya rüyası gördü ve görmeye de devam ediyor. Çoğunluğun bu hegemonyanın içine çekilmediğini söylemek için elimizde fazla veri de yok, ama kapitalizmin yapısal kısıtlarına dayanarak bu rüyanın da fazla sürmeyeceğini tahmin edebiliriz.
Yine de farkında olalım ki, Gülen röportajı sırasında Zaman ortalama sekiz yüz bin satmış. Ekrem Dumanlı, gazetenin yayın yönetmeni, rakamı böyle verdi. Gayet anlaşılırdır ve büyük oranda da doğrudur. Burada, şuna dikkat etmeli. Zaman, bir "hoşgörü" bohçası değil, tezi olan bir gazete. Methiye olsun diye söylemiyorum, bilâkis, tezi, ABD çizgisi ile birebir uyumlu bir Türkiye kapitalizminin, yoksullara yeni bir afyon, adına "hoşgörü" denen bir afyon sunmasından ibaret. Bu, tarihsel olarak emekçi halkın çıkarları karşıtı, kuramsal olarak liberalizme İslâm bulamacı katan, hani özünü Erdoğan'ın danışmanı Ömer Dinçer'in şu çok tartışılan tebliğindeki fikirlerin oluşturduğu, adını ABD Dışişleri Bakanının "Demokratik İslam Cumhuriyeti" diye koyduğu bir tez.
Bu tez, şu anda, sistemin temel ideolojik mantığını oluşturuyor. O yüzden Zaman hegemonyacı bir işlev görüyor. Burada demokratik bir değer ya da açılım görmek ise, sınıf perspektifinden bakıldığında, mümkün değil.
Soru
Gülen efendi, Irak işgali hakkında, Iraklılara, "olan olmuş, artık Türkiye'ye özenmeyeceğiniz kadar uygar bir demokrasi kurun" diyor. Terörü lanetliyor. Nefret ettiği tek adam Bin Ladin, onun dışında, Trotsky dahil herkesi seviyor, anlamaya çalışıyor, herkese de hoşgörü telkin ediyor. Röportajda, haricen, sürekli efendinin sağlığının kötülüğünden, tevazuundan, şundan bundan söz ediliyor. Efendi coşuyor, milletini ne kadar sevdiğini anlatıyor, odasında Türkiye'nin her ilinden gelmiş topraklar olduğunu, onlarla avunduğunu dışa vuruyor. Coşuyor, yalnızlığını itiraf ediyor. Benim okurken gözlerim yaşardı, o kadar ki, "yahu bunları efendiye ABD Dış İşleri Bakanlığı, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında ezberletmiş olabilir mi?" gibi münafık sorular aklımın ucuna bile gelmedi.
Ama bir soru sürekli gündemimi işgal etti. Gündemimi işgal eden soruyu, önce kendime, sonra da bocalayan herkese soruyorum: "Kim suçluların telaşı içinde olan?" (SE/EK)