Türkiye gündeminde zaman zaman adı çokça geçen, zaman zamansa ortalıktan kaybolan Hizbullah, Ruşen Çakır’a ait bir betimleme olan bu başlığı fazlasıyla hak eden bir örgüt. Son derece içe kapalı bir yapıda olmasının yanı sıra, hakkında yazılanların da birkaç istisna dışında “içeriden” olması, örgütün bilinmezliğini artırıyor.
İletişim Yayınları’ndan çıkan ve daha önce bu örgütle ilgili bir eser kaleme almış bulunan Ruşen Çakır’ın sunuşuyla başlayan "Din, Şiddet ve Aidiyet" üstbaşlıklı "Türkiye’de Hizbullah", örgüte hem dışarıdan hem de içeriden bakmayı başarmış bir kitap. Kitabın yazarı Mehmet Kurt’un lisansını ilahiyat fakültesinde, doktorasını da sosyoloji bölümünde tamamlamış olması ve Kürtçe bilmesi, örgüte bakış açısı ve örgütü inceleyişi açısından fark yaratan unsurlardan.
1990’larda hayli faal olan örgütün yapısı, klasik tarihsel akış içinde bir anlatının yanı sıra, örgütün eski ve mevcut üyeleriyle gerçekleştirilen görüşmeler sonucu yapılan analizlerden de yararlanılarak okuyucuya aktarılmış. İslâmcılığı merkeze alarak Kürt coğrafyasında var olan Hizbullah’ın ortaya çıktığı dönemin tarihsel ve sosyolojik koşulları incelenmiş. Bu bağlamda, cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte seküler sisteme sert bir geçiş yapan Türkiye’de, bu geçişin sonuçları ve doğurduğu tepkilerin hem siyasal hem de toplumsal bağlamdaki karşılıkları, Hüseyin Velioğlu tarafından kurulan Hizbullah’ın ortaya çıkışına açıklık getiren öğelerden.
Milliyetçiliğin devletin belirgin yapılarından biri haline gelmesi de, aynı coğrafyada yer alan ve Hizbullah’ın da sık sık karşı karşıya gelerek çatıştığı, ideolojik olarak karşı kutbunda bulunan PKK’nın da doğmasına neden oldu. Devletle ilişkisi olduğu iddia edilen, PKK’yla yıllar boyu çatışmalar yaşayan Hizbullah’ın şiddete başvurduğu bilinen bir gerçek. Özellikle JİTEM’le bağlantısı oldukça fazla konuşulan örgütün, devleti İslâmi kurallara göre yöneten bir yapıya dönüştürmek istemesine rağmen onunla neden hiç çatışmaya girmediği de kitabın cevabını aradığı sorular arasında. Bunun yanı sıra, Hüseyin Velioğu’nun öldürüldüğü Beykoz Operasyonu’nda ele geçirilen bilgi ve belgelerin kamuoyuna açıklanmaması da, Hizbullah’ın devletle olan bağlantısıyla ilgili şüpheleri artırıyor. Yazarın yaptığı görüşmelere göre, birçok örgüt üyesi, toplumda da yankı uyandıran “domuz bağı” gibi yöntemlere varabilen şiddet eylemleri sebebiyle Hizbullah’ı terk etmiş.
17 Ocak 2000 tarihinde gerçekleştirilen Beykoz Operasyonu sonrasında, örgütün birçok üyesi hapis cezası alırken, Hizbullah da kendi içinde bir dönüşüm yaşadı. Arşivinin devletin eline geçmesi, örgütü yeraltında faaliyet göstermekten alıkoydu. Operasyondan dört sene sonra, 2004 yılında ilk kez legal bir kimlik altında Mustazaflarla Dayanışma Derneği kuruldu. Bu dernek, üyeler arasında –“tağuti” bir devlete karşı olmaları sebebiyle- tartışmalara ve itirazlara konu olsa da, gıda yardımı, sosyal aktiviteler, hukuki destek gibi alanlarda faaliyet gösterdi. Bu derneği, radyo, yayınevi, gazete ve televizyon kanalı gibi diğer legal faaliyetler izledi. Bu, aynı zamanda örgütün şiddetten uzaklaşmasını da sağladı. Derneğin kapatılmasını takiben kurulan Hüda-Par’la ise örgüt siyasal bir kimlik de kazandı. Bu bağlamda yazar, Hüda-Par’ın parti programında belirtilen Kürt meselesine dair çözüm önerilerine de ayrıntılı olarak yer veriyor; Kürt kimliğinden ziyade Müslüman kimliğiyle var olagelmiş örgütün/partinin bu konudaki düşüncelerini, Kürt hareketinkilerle karşılaştırmalı olarak ele alıyor, farklılık ve benzerliklere vurgu yapıyor.
İkinci bölüm, çalışmanın en ilgi çekici kısımlarından birini oluşturuyor. Bu bölümde, örgütün daha az bilinen yönleri ortaya çıkarılmış. Örgüt içinde birey olma, gündelik hayat pratikleri, üyelerin Hizbullah’a katılım süreçleri ve katılanların profil analizleri gibi başlıklar, örgüt üyelerinin şahsi tanıklıkları esas alınarak aktarılmış. Bu kişiler arasında, örgüte üye olduğu için ailesiyle problemler yaşayan, anne ve babasının sözünden çıkmamasına rağmen konu örgüt olunca sadece cemaatin sözünü dinleyenler de var. Bazıları özelinde, ailelerinin yanından ayrılıp, Hizbullah evlerinde yaşamaya kadar varabilen bir bağlılık ve aidiyet söz konusu.
Çalışmada aynı zamanda örgütten ayrılma süreci ve süreç sonrası yaşananlar da değerlendirilmiş. Ayrılma sebepleri, Kürtlük aleyhtarı söylemlerden, ilgisizliğe ve şiddete başvurmaya varan bir skalada değişiyor. Ancak şiddet konusunda meşrulaştırıcı bir anlayış da söz konusu: “’Herkesin kendini savunduğu’ ama göründüğü kadarıyla ‘hiç kimsenin saldırıda bulunmadığı’ on yıllık bir aralıkta binden fazla kişinin ölmüş olması, savunmanın gerçek bir nedenden çok meşrulaştırıcı bir araç olarak değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır,” diyor Mehmet Kurt. PKK gibi Müslümanları hedef aldığını düşündükleri örgütlerle girilen çatışmaların ve yapılan ithamların yanı sıra, seküler yaşam tarzına karşı da “kendini savunma” yoluyla şiddete başvurulmuş. Burada esas noktanın, Müslümanlara karşı bir saldırı olduğunda şiddete başvurulmasının meşrulaştırılması olduğu anlaşılıyor. Ancak “[…] şiddetten önce, onun bir yöntem olarak uygulanmasını meşrulaştıran savların geliştirilmesi gerekmektedir.” Nitekim günümüzde de, şiddete başvurulmasa bile, Hüda-Par’ın çeşitli söylem ve eylemlerinde yaşam tarzlarına müdahalenin öne çıktığını görüyoruz.
Çalışmanın başka bir ilgi çekici noktası da, Hizbullah üyelerinin Kürt kimliğiyle ilgili düşünceleri… Ağırlıklı olarak Kürtlerden oluşan, Kürtçe konuşan bu üyelerin Kürt sorunu karşısında sessiz kalması, Müslüman kimliğini Kürt kimliğinin önüne koymalarından kaynaklanıyor. PKK’yı bir tehdit, savaşılması gereken bir düşman olarak görmeleri de aynı sebepten kaynaklanıyor, çünkü PKK da tıpkı devlet gibi Müslüman kimliği bir kenara koymuş, seküler bir kimlikle var olmuş bir örgüt olarak algılanıyor. Yine de, aralarında Kürt kimliğinin yok sayılmasından ve PKK karşıtı söylem ve eylemlerden dolayı örgütten ayrılanlar da var. Yazarın, Hizbullah’ın resmi sitesi olarak kabul edilen huseynisevda.biz üzerinden örgüt yetkilileriyle yaptığı görüşmelerde, yetkililerin Kürt sorunuyla ilgili sorulara cevap vermemeleri de dikkat çekici. Zira Hüda-Par -belki de şaşırtıcı bir şekilde- Kürt sorunuyla ilgili çözüm üretmeye başlamış bir parti, hatta parti programına bakıldığında Kürt hareketi ile paralellikler göze çarpıyor. Ancak örgüt yetkilileri, belli ki bu konuda fazla konuşmak istemiyorlar henüz.
Kitapta örgüt üyeleriyle yapılan görüşmeler dışında, Hizbullah’ın yazılı ve sözlü kültür ürünleri de toplumsal bellek, tarih ve söylem bağlamında bir incelemeye tâbi tutuluyor. Kendini feda etmek, şehit olmanın kutsallığı, şehit olmaya duyulan arzu gibi temalar etrafında üretilen bu eserlerde “öteki”nin nasıl tanımlandığı ve konumlandırıldığı da araştırılmış. Birçok eserde, cezaevinde uzun yıllar geçiren ve daha da geçirecek olan örgüt üyelerine “moral” vermek amacıyla, hapiste olmanın İslam uğruna, dava uğruna çekilmesi gereken “kutsal” bir çile olduğu mesajı verilmiş. Bu propagandif metinler, kadın-erkek eşitliği algısı ve toplumsal cinsiyet konularında da örgütün bakış açısına dair önemli ipuçları veriyor.
Tüm bu incelemeler, çalışmaya özgünlüğünü veriyor. Mehmet Kurt’un büyüdüğü çevre sebebiyle örgüt üyeleriyle görüşme imkânına sahip olması, Türkiye’de Hizbullah’ı okurken Hizbullah’a içeriden bakabilmemizi mümkün kılıyor. Ayrıca Hizbullah’ın kurulduğu günden bu yana “gizli” kalmayı başarmış, belki de bu yüzden merak uyandırmış olduğu gerçeğini de unutmayalım. Örgütü, şiddet ya da Kürt kimliği gibi farklı açılardan ele alması, Hizbullah’ın kurucu öğelerini örgütün yazılı ve sözlü eserlerinde araması ve yeraltından legal faaliyete geçiş sürecini anlatmasıyla bu kitap, hakkında çok az çalışma üretilebilen Hizbullah üzerindeki gizem perdesini kaldırmayı başarıyor. (MMÖ/HK)