Hafızanın keşfine dair yolculuğun başlangıcı antik Yunan’a kadar uzansa da modern bilimin bu alanı bir araştırma evreni olarak keşfi 19. yüzyıldan itibaren şekillendi. Kolektif belleği sosyal bir olgu olarak bilimsel literatüre kazandıran Halbwachs’ın çalışmaları 70’li yılların sonundan itibaren entelektüel boşluğa düşmüş Batı dünyasında bir “bellek” ışığı yakarken, mikro tarih de dediğimiz, sözlü tarih metodunun kullanıldığı narrative anlatılar aynı dönemde büyük anlatımlara rakip olarak gelişti.
Makro tarih ve mikro tarih arasındaki rekabet birden fazla disiplinin müdahil olmasıyla günümüzde genişleyerek devam ediyor. Tarih, antropoloji, sosyoloji, iletişim, psikoloji ve artık nöroloji bu alanda başat disiplinler. Bu disiplinlerarası etkileşimli araştırma ve çalışmalar hafıza/bellek konusunun önemi ve hassasiyeti üzerine de elbette bir ön görüş sağlıyor. Zira artık hafıza yanında hafızanın suiistimali tartışmaları da akademik bir gündem oluşturuyor.
Hafıza çalışmalarının Türkiye’de yaygınlaşması ise 90’lı yıllardan itibaren siyasi ortamın kimlik mücadelelerine alan açan görece liberal politikaları ekseninde gerçekleşti. Sadece akademinin değil, edebiyat ve basının da aynı yıllarda hafızayı keşfetmesi Türkiye’de genişleyerek büyüyen bir hafıza fenomeni yaratılmasında etkili oldu.
Bu fenomenin ilk ulaşılan ve keşfedilen kimlikleri kaçınılmaz olarak Cumhuriyet ‘in kuruluşu ile sessizleştirilen Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşların bireysel ve kolektif hafızaları oldu. Azınlık hafızaları büyük tarih anlatıları karşısında, elbette azınlık basınındaki gelişmeleri de yanına alarak bilinmeyen/konuşulmayan bir geçmişi su yüzüne çıkartmaya başladı ve Türkiye açısından şüphesiz bir paradigma değişikliği yarattı.
Sonrasında her ne kadar telafisi mümkün olmayan kayıplar ve çatışmalı ortamların yaşanmasına tanık olunsa da özellikle düşünce ve ifadenin görece özgür olarak yayılması ve bilinmeyen/anlatılamayan bir tarihin gün ışığına çıkması adına önemli bir kırılma noktası oldu.
Türkiye’de bilim insanları bellek konusuna katkı sağlayacak niteliksel ve niceliksel önemli çalışmalar sunarken, diğer yandan ise mesele bir endüstri halini çoktan almış gibi görünüyor. Hafızanın endüstri aşamasına gelişi Batı literatüründe özellikle Holokost üzerinden sıkça tartışılan bir konu. Türkiye’de ise bu endüstrinin iki temel başlığını Osmanlı ve Azınlık hafızaları oluşturuyor.
Bu yazının amacı, tartışılacak geniş bir konu olsa da Osmanlı hafızası değil; azınlık hafızalarının bir endüstriye dönüştürülmesi ama özellikle kimliği olumsuz etkileyebilecek özellikleri barındırma tehlikesinin oluşması.
Bu konuda bahsedilebilecek en iyi örneklerden biri, İstanbul’da sıklıkla düzenlenen ve başlıklarından biri de genellikle “6-7 Eylül’ün izleri” olan hafıza turları. İstanbullu Yahudi, Rum ve Ermenilerin mekânsal izlerinin sürüldüğü ve genellikle azınlıklar üzerine çalışmalar yapan isimlerin rehber olarak eşlik ettiği bu turlar, şehirde varlıklarını devam ettiren, belki bu turlar esnasında fark edilmeden karşılaşılan “azınlık”ları “an”dan kopartıp nostaljik bir nesne haline getirmenin ve hafızaya hapsetmenin bir aracı. Böyle bir turizmin gün geçtikçe gelişiyor olması hali hazırda devam eden kimliksel mücadelenin de bir yandan değersizleştirilmesi anlamına geliyor.
Hafızanın medya ve kültür endüstrisi yolu ile metasal şeyleşme konusu olduğunu söyleyen İtalyan tarihçi Enzo Traverso’ya göre[1] bellek tarih karşısında daha “insanidir” ama “Bellek kadar heder edilmiş kelime (de) enderdir”. Bu insani olma durumu şüphesiz işin içerisine duygular ve kişisel, kolektif hassasiyetlerin girmesi ile ilişkili. Bu durumda hafızanın endüstrileşmesi tehlikesi yanında, hafızanın kullanımında sınırların da meseleye dâhil edilmesi gerekiyor.
İşte bu noktada Traverso’nun sözlerini ödünç alıp “6-7 Eylül kadar heder edilmiş hafıza enderdir” demenin, Serdar Korucu’nun “6-7 Eylül Pogromu’nda Çocuğa Cinsel İstismar” başlıklı yazısını okuduktan sonra elzem olduğunu düşünüyorum.
Korucu’nun azınlıkları konu edinen yazı ve çalışmalarını takip edenler, faydalananlar arasındayım. Ancak son yazısını okuduğumda, yazıya konu olan çocuğa cinsel istismar vakalarını ele alırken 6-7 Eylül hafızasının bağlamından kopartılıp, yaşanan tecavüz vakalarının tanıklık üzerinden detaylı olarak aktarılmasında hangi kimlikler açısından ne tür bir kamusal yarar gözetildiğinin cevabını kendi adıma bulamadım.
Kamusal yararı şimdilik bir kenarda tutarsak; hafızanın endüstrileşmesi meselesi henüz tartışılmaya başlanmamışken, “travmatik hafıza” olarak da kavramsallaştırılan azınlık hafızalarının, güncel cinsel istismar vakalarında geri çağrılmasını, azınlık bireyleri arasında geçmişte yaşanmış ancak halâ “geçmeyen bir tehlike”nin mevcut olduğunun uyarılması ve travmanın güdülenmesi şeklinde okumak mümkün görünüyor.
Azınlık hafızalarının neden travmatik hafıza olduğu konusu çoğu kez psikoloji ve psikiyatri bilimleri desteği alınmadan kavramsallaştırılmış olsa da, bu bilimler bize “Yaşanan her ne ise bir sonu olduğunu bilmek ve er ya da geç biteceğini bilmek pek çok deneyimi katlanabilir kılmaktadır” diyor. Katlanabilir kılmak vurgusu travmatik olayın üstünü örtmek, yaşanmamış var saymak değil elbette. Bu travmatik gerçeğin/deneyimin ait olunan ‘an’ da bireyin zihinsel ve fiziksel fonksiyonlarını kontrol altına almasını önlemek.
Yukarıda tırnak içerisine alınan cümlenin sahibi Bessel A. van der Kolk[2], travma tedavisinde gerçek değişimin meydana gelmesi için, bedenin tehlikenin geçtiğini öğrenmesinin gerekliliğinin de altını çiziyor. Psikoloji-psikiyatri her ne kadar bireysel zihinsel süreçlerle ilgilense de, kolektif hafızları oluşturanın bireysel hafızalara ait ortak bilgi tabanı olduğunu ekleyelim.
Büyük toplumun içerisinde yaşanan çocuğa yönelik cinsel istismar vakalarının Rum azınlık ile bağlantısını geçmişteki vakanın imgesinin detaylarını vererek kurmak bu yüzden düşündürücü. Ve bu bağlamda hafıza kullanımında biliminin de ısrarla altını çizdiği sınırların belirlenmesinin gerekliliği özellikle travmatik hafızlar söz konusu olduğunda daha bir değer kazanıyor.
O halde azınlık hafızalarının kullanımında hazır 6-7 Eylül’ün de yıldönümü yaklaşırken “hafızanın endüstrileşmesi” ya da “hafızanın sınırları” gibi yeni başlıkların açılması meseleye dair önemli katkılar sunacak gibi görünüyor. (EA/EKN)
[1] Enzo Traverso, Geçmişi Kullanma Kılavuzu, Versus Yayınları (2009)
[2] Bessel A. van der Kolk, Beden Kayıt Tutar, Nobel Yaşam Yayınları