Son günlerde Türkiye'de yaşananlar bana ister istemez İsrail'in Filistin halkına uyguladığı “aşağılama ve onur kırma” politikalarını anımsattı. Bir zamanlar Filistin halkının aşağılanmasına karşı durduğunu söyleyen AKP siyaseti, Kürt halkını aşağılamakta beis görmüyor. İmparatorluk kurma hevesleri demek ki insanları ters yüz edip, gerçek kimliklerinin ortaya çıkmasına vesile oluyormuş!
Hindistan doğumlu İngiliz gazeteci Deepak Tripathi'nin “Emperyal Yaklaşımlar, Savaş ve Aşağılamanın Tarihi” kitabına yazdığı ön söz de Norveç Barış Enstitüsü kurucusu Johan Galtung çok çarpıcı saptamalar yapıyor:
“Aşağılanma güçlü ve karmaşık bir duygudur. Yaşamım boyunca travma, şiddet ve geçmişin insan gövdesinde ve ruhunda açtığı yaralar ve yıkımlar üzerine çalışmış birisi olarak şunu söyleyebilirim; şiddet, iki ucu zehirli bir değnektir, hem yapanı, hem de maruz kalanı yaralar.
Aşağılanma bireyde, toplumda ve ulus devlette travma yaratır.
Mağdur, bilinçli veya bilinçsiz olarak baş edemeyeceği duygularla karşılaşır; masumum (yaşadıklarım benim bir davranışımdan dolayı olmadı), utanç (aşağılandım ve onurum zedelendi) , korku (saldırgan bunu yeniden yapabilir), nefret (bana yaptıklarından dolayı saldırgandan nefret ediyorum), öç alma (bana çektirilen acıların aynısı ona yapmalıyım, yetki ( incindim ve şefkat istiyorum) ahlaki haklılık (travma ya dayanarak haklılığımı ispat edebilirim).
Şiddeti uygulayan, mağdurun hislerine sanki ayna tutar; meşruluk ( şiddet kötüdür ama uygulamak için gerekçelerim vardı) , suçluluk (ben kötü ve yapılmaması gereken bir şey yaptım), korku (günün birinde mağdur bana aynısını yapacak), nefret (öç almak için bana yapabileceklerinden dolayı mağdurdan nefret ediyorum), caydırma (mağdurun bana şiddet uygulamasının önüne geçmeliyim).
Barış, tüm bu duygularla baş etmekle kurulur.”
Galtung'un sözlerini okuyunca ister istemez kendi yaşadığımız “Barış Süreci’ni” düşündüm.
Biz ne yaptık? Ya da ne yapmadık? Aşağılama sadece “yapılanlarla” değil “yapılmayanlar” da olur. Silahlar sussun, ateş kes olsun, şehit cenazeleri gelmesin, analar ağlamasın demekten öteye geçebildik mi? Niçin savaştık ve savaşıyoruz sorusuna doğru dürüst bir yanıt bulabildik mi? Kendimiz için doğal hak olan pek çok şeyi Kürtler isteyince onlara bu hakları niçin vermedik? Savaşan tüm taraflardaki insanların duygularını, acılarını ifade etmelerine, yüreklerinde taşıdıkları yüklerden kurtulmalarına olanak tanıdık mı? Şehitlerin ailelerine maaş bağlamakla kaybedilen oğullarını geri mi getirdik? Cenaze törenleri ne kadar kalabalık, yakılan ağıtlar ne kadar çok olursa geçmiş temizlenmiş mi olacaktı? Sorular uzayıp gidiyor ve hepsi yanıtsız. Ortaya çıkan acı gerçek: insan yok, duygu yok, empati yok, merhamet yok! Silah ve para var sadece. Çok para, çok silah ve güç.
ABD, Vietnam halkına yaptığı aşağılayıcı ve onur kırıcı davranışlarının bedelini insan haklarının en büyük savunucusu, en demokrat en liberal ülke imajının zedelenmesiyle bir ölçüde ödedi. Ancak güç ve şiddet toplumun içine sinmişti.
Vietnam'dan dönen askerler kan kokusunu almış, ölüm ve yaşam arasındaki denge bozulmuştu. Bu konuda yapılan yüzlerce film, ABD'nin savaş travmalarını aşmasını sağlamadı.
Sovyetler Birliğinin dağılmasından ve ABD'nin kendisini dünyanın tek ve tartışmasız hakimi olarak ilan etmesinden sonra, yeni “İmparatorluk” dönemi başladı. Afganistan'ın işgali, 11 Eylül sonrası çıkarılan terörizme karşı yasalar ve buna bağlı olarak en başta Filistin ve Arap halklarına karşı geliştirdiği politikalar, güçlünün üstünlüğünün, güçsüzü aşağılamaktan ve hakir görmekten geçtiğini genel bir “doğru” olarak yaygınlaştırdı. İsrail'e verdiği koşulsuz destek ile Filistin halkının akıl almaz aşağılanmalara uğramasına göz yumdu. İsrail ordusunu güçlendirdi, bölgedeki tek nükleer silaha sahip ülke olarak başta İran, tüm bölge ülkelerini tehdit etmesinden gocunmadı.
Irak'ın işgalinde ordu birliklerinin yanısıra özel güvenlik şirketlerinin kendi güvenlik güçlerini kullandı. Cenevre Anlaşması ile saptanmış savaş hukuku kurallarını yerle bir etti. Başta Guantanamo olmak üzere hapishanelerde savaş esirlerini akıl almaz işkencelerle aşağıladı. Savaş, ordular arasında bir mücadele olmaktan çıkıp, güçlü olanın sivil halkı katletmesine dönüştü. Afganistan ve Pakistan da insansız savaş uçakları düğüne giden insanların tepesine bomba yağdırdı. Bütün bunları “terörizme karşı mücadele” bayrağı altında yaptı. “Güçlü olan her zaman haklıdır” dedi ve tüm dünyaya bunu kabul ettirdi.
G. W. Bush ve ekibi ABD'yi ekonomik olarak iflasın eşiğine getirdiğinde, ortaya Obama çıkarıldı. Bakın biz ne kadar eşitlikçiyiz, ne kadar demokratız, bir siyahı bile başkan adayı yaptık masalını allayıp pullayıp satışa sundular. Bush ve ekibinin bıraktığı ağır mirası devir alan Obama, ilk adım olarak İslam dünyası ile olan ilişkileri yeniden kurmak istedi. Seçildikten sonra ilk yurt dışı gezisini Türkiye'ye yapan Obama, burada yaptığı konuşmasında bütün dünyanın duymak istediği sözleri söyledi: “Şunu açıkça ifade edeyim ki ABD'nin Müslüman dünya ile olan ilişkisi sadece terörizmle mücadele şeklinde olmayacak, karşılıklı saygı ve ortak çıkarlarımız gözetilecektir.”
Türkiye'den sonra gittiği Kahire'de 4 Haziran 2009 da yaptığı konuşmada “Ben buraya ABD ile tüm dünya Müslümanları arasında yeni bir sayfa açmaya geldim” diyordu. Güzel sözler söylemek kolay, söylediklerinizi hayata geçirmek ise daha zordur.
Obama'nın bu parlak sözleri ne yazık ki uygulamaları ile örtüşmedi. İktidara geldiğinden bir yıl sonra ABD hala Orta Doğu, Afganistan ve Pakistan'da gırtlağına kadar savaşın içindeydi. İsrail, tüm zamanların en vahşi saldırılarını Gazze'de Filistin halkına karşı gerçekleştiriyordu.
Şiddeti uygulayan (ABD) mağdurun şiddetini hep yönetebileceğini sandı. Mağdurların da ölümle yaşam arasında yeni bir denge kuracaklarını ve hep ezilerek ve aşağılanarak yaşamaktansa ölümü seçebileceklerini düşünemedi.
IŞİD ve benzeri İslamcı terör örgütlerinin ortaya çıkmasıyla “intikam alma” süreci başladı. İçinde bulunduğumuz coğrafya yüz yıldır büyük devletlerin kapışma alanı. Bütün bunları en iyi bilmesi gereken Türkiye, bugün barışa değil savaşa yatırım yaparak, hem ABD politikalarına hizmet ediyor hem de kendi imparatorluk heveslerini hayata geçirmeye çalışıyor. Ancak bu çıkışı olmayan bir yoldur, sonunda karşınıza kör duvar çıkar, geride bıraktığınız ölülerin üzerinden yürüyerek bir yere varamazsınız. Maddi kayıplar telafi edilebilir ama yaralı vicdanlar ve yürekler onarılmazsa, hiçbir yere gidemeyiz.
ABD'nin en ünlü yazar ve siyah hakları savunucularından Maya Angelou'nun şu sözlerini hatırlamamızda yarar var: “Ben şunu öğrendim ki insanlar sizin söylediklerinizi unutabilir, hatta yaptıklarınızı da unutabilir, ama onlara hissettirdiklerinizi asla unutamazlar.” (MG/BA)