Evimde yeni bir konuğum var. Adı Ceylan. Dört aylık dişi bir kedi yavrusu. Koyu tekir ve beyaz. Sırtı tekir, göğsü ve patileri beyaz. Ama onu eşsiz yapan kuyruğu. Nerdeyse gövdesi büyüklüğünde, koyu tekir, tüylü, upuzun bir kuyruk. Kuyruğundan mı bilmem, çok hızlı koşuyor. Koşmak değil adeta uçuyor. Ben de ona Ceylan adını verdim. Ürkek ve tedirgin. Gözlerini dikip, bana bakıyor.
Ceylan, ilk günlerde hep gizlendi. Bir gün saatlerce aradım onu. Sonunda Deniz geldi, yatak odamdaki aynalı komodinin en dibinde, kocaman gözleriyle bize bakarken bulduk. Eve yavaş yavaş alıştı, bana ise hep kuşkuyla bakmaya devam etti. Çok temiz, asla evi kirletmiyor. Kendisini yalarken en çok kuyruğuna özen gösteriyor.
Bir hafta sonra aramızdaki buzlar eridi. Ben çalışırken yanımda oturmaya başladı. Kendisini sevdiriyor ve arada bir mırlıyordu. Ne var ki çok kırılgandı yakınlığımız. En ufak bir ses, dokunuşumdaki bir sertlik, yetiyordu onu ürkütmeye. Hemen gidip saklanıyordu. Çok özenli ve dikkatli olmaydım. Ceylan’la yaşam kolay değildi. İki özgür varlık olarak, birbirimizi incitmeden sevmeyi öğrenmek zorundaydık.
Sonra ben çok kötü bir şey yaptım. İnsan ve ondan üstün olduğum için, gidip boynuna takacak pembe plastik ve ucunda bir çıngırak olan bir tasma aldım. Saklandığı zaman nerde olduğunu bulmak için. Tasmayı takarken iki kişiydik. Ceylan ürktü, direndi, ama gücü yetmedi, pembe tasmayı boynuna taktık. Boynundaki çıngırakla koşarak gitti ve arkadaki küçük odaya gizlendi. Ne yaptıysak, çıkmadı. Bana küsmüştü. Yeni yeni kurulan güven ilişkimiz zedelenmişti. Tasma boynunda olduğu sürece, Ceylan hep gizlenecekti. Tasma, onun en değerli şeyini, özgürlüğünü kısıtlıyordu. Barışmamız zor oldu, tasmayı çıkarıp attım, en sevdiği mamalarla ona rüşvetler sundum ve bekledim. Affetmesi için yalvardım ona. O da bana dedi ki “Bana Ceylan adını veren sensin, ceylanların neden bu kadar ürkek olduğunu bilmez misin? Bilmiyorsan, aç oku.”
Açtım ve okudum.
“Şarıl şarıl akan berrak pınarın çevresinde, sürmeli gözleriyle koşuşturan ceylanların mahzun duruşları vardı ekolojik katliamlara meydan okuyan bütün sevimlilikleriyle. Derken beklenmedik gök gürültüleriyle karanlık bulutlar sarmaladı bu doğa harikası güzelliği, sınırlar geldi önce, dikenli teller, ceylanlar ile pınarı tel örgülerle ayırdılar. Pınar bir tarafta, ceylanlar bir tarafta kaldı. Susuz kaldılar, su içerken bile bütün canlılar, sürmeli gözler kaldı pınarsız, Pınar akmaz oldu ceylansız... O günden sonra hüzün hiç bitmedi, karanlık bulutlar eksik olmadı şehrin semalarında, övüntü olsun diye adına Ceylanpınar dedikleri bir şehir kuruldu, birbirinden ayrılan ceylanlar ve pınara inat birleşik yazıldı bu şehrin ismi. Ayrı gayrı düşen sadece ceylanlar ve pınar değildi, aynı kandan candan insanlar kaldı sınırların iki yakasında, hiç bitmedi buruk bakan insanların gözlerindeki ifade. O günden sonra bu şehirdeki bütün canlılar lanet etti sınırlara ve bütün hüzünlü ayrılıklara, paylarına düşen hüzün ve ayrılık ise, hiç eksik olmadı geriye kalan yaşantılarda.
Sonra bir gün pınarın olduğu tarafta gök gürültüsünün yerini çelikten yapılmış ölüm makinalarını aldı. Bu sefer sadece gökleri değil yeryüzündeki her yeri karanlığa gömdü. Önceleri canlılar için sınırların iki yakasındaki ayrılıkların kavuşma umudu ise; yerini ebedi ayrılıklara bıraktı. Canlılar üçe ayrıldı; ölüler, yarı ölmüşler ve ölmeyi düşünenler. Yaşayan kalmamıştı, görünürde sadece nefes alanlar vardı gaz maskeleriyle...”
Abdurrahman Aydın
Ceylan kocaman kuyruğuyla gelip masamın üstüne oturdu. Gözlerindeki ürkeklik yok olmuştu. İstediğim yerde oturacağım, gizlenmeyeceğim, senden de korkmuyorum diyordu bakışları. “O boynuma taktığın plastik tasmayı bir utanç belgesi olarak sakla. Her gördüğünde Ceylanpınar’ı ve beni hatırlarsın ve o çok övündüğün insanlığından kalmışsa içinde hala bir şeyler, utanırsın.” (MU/EKN)