Haftasonu, yaşını başını almış, eskiden memleket meselelerine kafa yoran bir dostuma rastladım. Uzun zamandır görüşmemiştik. Oturup bir çay içelim, biraz da sohbet ederiz dedik. Amacım hem hasret gidermek, hem de ülkenin içinde bulunduğu duruma ilişkin dertleşmekti. Fakat bir türlü konuya giremiyorduk. Sürekli havadan sudan mevzular açıyordu. Eskiden “Ne olacak bu memleketin hali” derdi biri ve sohbete girilirdi. Gerçi rakı masası muhabbeti idi o ama neyse…
Bir ara “Ne düşünüyorsun son gelişmeler hakkında” dedim.
“Hangi gelişmeler” dedi.
“Yahu işte dokunulmazlıklar konusu, çatışmalar, başkanlık meselesi, çevre sorunları falan” dedim.
“Sanırım çok haber izliyorsun, ben pek izlemiyorum” dedi.
“Nasıl yani” dedim!
“Hepsi ortak yayın yapıyor” dedi. “Aynı şeyleri söylüyorlar. Önemli bir şey olunca nasıl olsa duyuyorsun bir biçimde” diye ekledi.
“Peki TV izlemiyorsun, çok mu okuyorsun” dedim.
“Yok, yok; çok izliyorum, Survivor’ı hiç kaçırmam” dedi. “Kafam rahat, stres yok, eşim de seviyor, bütün gecemizi dolduruyor zaten. Senin izlediğin İMC gibi kanallar da epey zamandır bizim evde yok ayrıca. Sanırım bizim paketten çıkardılar”.
“Sosyal medya” diyecek oldum, vazgeçtim.
Bir çay daha içip ayrıldık. Ayrılırken yüzündeki huzurlu ifade gerçek miydi tam anlayamadım.
Akşam TV’de haberleri açarken hala aklımdaydı. Şimdi bir sürü can sıkıcı haberi izleyip kendime işkence ederken, onun bunları izlemeyeceğini düşündüm. Haklı mıydı acaba?
Haberlerde Başbakan, İstanbul’a bir Boğazın yetmeyeceğini, Kanal İstanbul’a yakında başlayacaklarını söylüyordu.
Çevre ve Şehircilik Bakanı, Sur’da evleri yıkılanlara, isterlerse Mardin ya da İstanbul’dan ev verileceğini müjdeliyordu!
Cerattepe’ye ilişkin ‘bilirkişi’ raporu idi bir diğer konu. Ana muhalefet liderine yönelik kurşunlu tehdide karşı yapılan destek amaçlı eylemler, Kürt illerinden yeni çatışma haberleri, sokakta basit trafik meseleleri yüzünden birbirine acımasızca saldıran, birbirini bıçaklayan insanlar, eşyaları içerdeyken evi inşaat firması tarafından yıkılan kadın v.s devam edip gidiyordu…
Hani daral geldi derler ya! Kapadım televizyonu. Ama huzurum kaçmıştı bir kere.
Başbakan’ın “İstanbul’a bir Boğaz yetmez” sözünü düşündüm uzun süre. Kanal İstanbul Projesi hakkında, Türkiye’nin sayılı oşinograflarından (deniz bilimci), Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemal Saydam’ın, Çapul TV de yaptığı uzun söyleşiyi anımsadım. Bir kez daha izledim. Şöyle başlıyordu sözlerine: “Uzun yıllardır yaptığımız çalışmalar sonucu, denizlerimizin özelliklerini artık çok iyi biliyoruz. Anadolu yerkürede olabilecek en zıt deniz suları ile çevrilmiştir. Akdeniz’den başlayıp Karadeniz’de biten bir sefer, dünyada olabilecek en zıt deniz koşullarından geçmiş oluyor. Akdeniz denizin çölü; derinlemesine oksijen var fakat besin yok, Karadeniz ise çok besinli ama 100-150 m. derinlikten sonra oksijen yok. Marmara ise bunların doğuştan astımlı çocuğu. Astımlı olduğu için de çok dikkat etmeniz gerekiyor doğal olarak.”
Uzun uzun denizlerimizin özelliklerini anlatan Prof. Dr. Saydam, Kanal İstanbul için; “Hani herkes işini yapsın diyorlar ya, işte bu da benim işim; ben Türkiye’nin neredeyse ilk kimyasal oşinografiyim. Bana bu konuda henüz bir şey soran yetkili olmadı” diyordu.
Özet olarak söylemek gerekirse, şöyle bitirdi konuşmasını:
“İkinci bir Boğaz geçişi yapılırsa, tüm Marmara’nın etrafı ve tüm İstanbul er veya geç, ama mutlaka, hidrojen sülfür (çürük yumurta kokusu) ile kaplanır. Eskiden Haliç ve İzmir Bayraklı’dan geçerken duyduğunuz koku gibi. Kanal İstanbul Projesi rafa kaldırılmamalı; kesinlikle unutulmalı.”
Böyle akıldışı projeleri bilimsel açıdan eleştirmeye çalışmak da ayrı bir zulüm. Ama zorunlu, yapacak başka bir şey yok. Projenin diğer birçok sakıncasını daha önce yazmıştık. Gündem hızla değiştiği için diğer konulara da kısaca değinelim. Hepsi birbirinden çılgınca. Her gün yazsan yetişemezsin.
Bir önceki Başbakan, Sur’u Toledo gibi yapacağız demişti. Sanırım dil sürçmesiydi. Sonra bir daha bu konudan bahseden olmadı. Belki eski başbakanla birlikte gündemden kalktı. Yeni Çevre ve Şehircilik Bakanının projesi daha maliyetsiz; Sur’da evi, mahallesi yıkılanları gönder Mardin’e, İstanbul’a veya kim nereye isterse. Buralarda ayak altında dolaşmasınlar yeter. Bizim buralarla işimiz var daha!
Bu yıkım projelerinin amacının sadece rantla ilişkili olmadığını, bölgenin tüm yaşam ilişkilerini, tarihsel ve kültürel birikimlerini yerle bir etme amaçlı olduğunu daha önce de yazdık. Bu coğrafyaların çok alışık olduğu ama uzun vadede hiçbir zaman beklenilen sonuçları vermeyen uygulamalar. Acıları çoğalmaktan ve birlikte yaşama umutlarını yok etmekten başka bir işe yaramayan, yakıcı sonuçlarını hayatın her alanında yakından hissetmeye başladığımız ve gündelik hayatımızın artık ayrılmaz bir parçası olan projeler.
Bu arada Cerattepe’ye ilişkin bilirkişi raporu da açıklandı. Bilirkişiler, üniversite bitirme tezlerinde bu görüşleri savunsalardı kesinlikle mezun olamazlardı. Bilim dışı bu görüşlere ilişkin çok şey söylenebilir. Ama uzunca bir süredir, konunun uzmanlarınca bilimsel birçok konu yazıldı, söylendi. Ayrıntılı raporlar yayınlandı. Gerçek uzmanların açıkladığı görüşlerle, son bilirkişi raporunun uzaktan yakından ilişkisi yok. Bu iş burada yapılacak, bu madenler (altın, gümüş, bakır v.d) çıkarılacak anlayışına uyarlanmış bir rapor.
Konunun meslek alanımla ilgili birkaç noktasına değineyim sadece.
Bütün jeoloji mühendisleri bilir ki; Doğu Karadeniz potansiyel bir heyelan ve sel bölgesidir. Stabil denge her an değişebilecek potansiyele sahiptir. Yakın zamandaki Hopa örneği gibi. Bölge genelinde doğal dengeye yapılacak en küçük bir müdahalenin yaratacağı sonuçları önceden kestirmek olanaksızdır. Geçmişte buna ilişkin yüzlerce olay yaşanmıştır. Küçük bir yol çalışması bile büyük bir heyelanı tetikleyebilir. 1988 yılında 46 kişinin yaşamını yitirdiği Trabzon-Maçka- Çatak Heyelanı örneği. Bilirkişiler, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin arşivlerine girip baksalardı eğer, bölgede yaşanmış daha birçok tarihsel heyelanların nedenlerini ve sonuçlarını görebilirlerdi.
Hiç değinilmeyen en önemli konulardan birisi de “asit kaya drenajı” sorunu. Cerattepe gibi masif sülfit cevher yataklarının yarattığı en önemli ekolojik sorun. Başta prit, kalkoprit, sfalerit, galen gibi sülfitli minerallerin, hava ve su ile teması sonucu oksidasyona uğraması ve sülfit mineralleri ile beslenen bazı bakteri türlerinin bu oksidasyon hızını arttırması sonucu oluşan doğal drenaja asit kaya drenajı denir. Artvin gibi yağışı bol ve nemi fazla iklimlerde oksidasyon hızı en üst noktadadır. Hava ve su ile temas eden sülfit içerikli birimlerin, pasa alanlarında, cevher stok alanlarında, açık ocak şevlerinde ve yer altı ocak duvarlarında oluşturduğu asit kaya drenajı ve metal liçi nedeniyle, yerüstü ve yer altı suları olumsuz etkilenir ve kirli sarı renkli bu asidik sular bütün canlı yaşamını tehlikeye sokar. Konu su olunca, uzaklık veya yakınlık kavramlarının da anlamsızlığı ortadadır. Konu sadece içme suyu sorunu da değildir. Bütün yüzey ve yer altı suları tehlike altına girer. Önlenmesi çok zor ve çok maliyetli bir konudur. Ama işin başında çok ciddi bilimsel ve teknik önlemler alınmadığında (ki bunlar bize göre işler değildir) sonradan olanaksızdır. Ama Artvin’in klimatolojik, jeolojik ve topoğrafik özellikleri göz önüne alındığında baştan da önlenmesi pek olanaklı değildir.
Uzun uzun sıralamaya da gerek yok aslında. Her bir neden tek başına, Cerattepe’ye dokunulmaması için yeterlidir. Gel gör ki sermaye o madenleri çıkarmakta kararlı görünüyor. Ama unutulmaması gereken bir husus var ki, karşılarında onlardan daha kararlı bir yöre halkı var!
Geçtiğimiz hafta kabul edilen ve yerli kömür santrallerine teşvik verilerek kurulmasının önünü açan Elektrik Piyasası Yasasını yazmayı düşünüyordum ama o konu daha çok tartışılacak. Büyük sermaye, yerli kömür olmazsa olmaz diyor. Dünya ise tam tersini söylüyor. Her bakımdan uzaklaşıyoruz çağdaş dünyadan. Doğanın da insanın da değeri yok onlar için!
Son yıllarda ülkenin her yanına, her şeyine tam bir talan zihniyetiyle saldırılıyor. Büyüyen, büyüdükçe daha da azgınlaşan, saldırganlaşan ve doymak bilmeyen bir güç tarafından. Adına sermaye denen !…
Ne güzel söylemiş Pablo Neruda: “Tüm çiçekleri kopartabilirler ama yine de baharın gelmesini asla engelleyemezler!”
Neruda’dan:
Yanıbaşımdaymış gibi
Toplanın bir bir
Kavgamız sürüp gidecektir
Fabrikada, tarlada yani
Sokakta güherçile madeninde
Kırmızı ve yeşil bakırın ağzında,
Korkunç dehlizinde kömürün
Kavgamız her yerde sürecektir, kardeşler!
Ve ölülerimize adadığımız,
Kanımızla ıslanmış bu bayraklar
Yüreğimizde sonsuz bir ilkbahar yaprağı gibi
Serpilip gelişecektir!