2009-2010 film sezonunun başlangıcında tam yetmiş Türk filminin vizyona gireceğine ilişkin haberler okuyunca "Bu kadar filmden kaçı iş yapar, kaçı yapmaz bilemeyeceğim ama ben 'kriz filan hak getire' deyip, bunlar arasından seçtiklerimi izlemek için çaba harcayacağım. Çünkü hayatın içinde izlediğim her film benim için derin bir soluk." diye yazmıştım.
Bu sezon derin derin soluklanmak için yarattığım her fırsatta sinemaya kaçtım. Hele ki festival zamanlarında... Her bir festival için (Gezici- Ankara- Uçan Süpürge- İF- İşçi) bireysel programımı çıkararak arzıma maruz tüm zamanlarda derin soluklar aldım.
Artık sezon bitti ya... Şimdi kaçırdığım filmleri -özellikle Türk olanları- ikinci vizyon oynatan sinemalarda ya da DVD'den izliyorum.
Geçen hafta hayat işte değil, evde olmamı emredince evi sinemaya çevirdim.
Koydum filmi DVD oynatıcısına. Kabak çekirdeği tasımı yamacıma alıp, uzattım ayaklarımı.
Başladım izlemeye. Hangi filmi mi? Biraz sabır lütfen... Önce birlikte okumamız gereken bir mektup var!
"Neslihan, kızım!
Biliyorum sana çok yük oldum. Fakat inan bana bir annenin evladına yük olduğunu hissetmesinden daha acı bir duygu yok. Bu yüzden beni huzurevine vereceğini öğrendiğimde hiç üzülmedim; aksine yük olmanın getirdiği acıdan kurtulacağımı düşünüyordum. Öyle olmadı.
Bana verilen bu huzurevi odasına yerleştiğimde ilk akşam, duvarlara bakıp düşündüm. Gerçekten bir yük olduğumu,, her birinizin eninde sonunda sırayla silkinip bu yükten kurtulmayı başardığınızı anladım. Çok canım yandı.
Neslihan! Seni doğurmak bana ruh sağlığıma mal oldu. İçime düştüğünü hissettiğim andan itibaren ruhum, bir daha hiç düzelmemecesine bunaldı. Beni gerçekten hasta eden, senin varlığındı. Ama bu yüzden sana hiç kin beslemedim. Aksine benim bir parçam, olmak istediğim kişi olmanı arzuladım daima. Evlenmemeni de bu yüzden istedim. Evlilik girişimlerine de bu yüzden engel olmaya çabaladım; 'sen', 'ben' olma diye...
Mazhar oğlum!
Pasaport gişesinden geçip de, bize el salladıktan sonra gözden kaybolduğun an, dönüşünün zor olacağını biliyordum. Ama bizden ve buralardan bu kadar nefret ettiğini bilemezdim. Bilmiyordum. Buna rağmen her zaman senin başarılarınla övünen tek kişi ben oldum.
Huzurevindeki arkadaşlarıma hep seni anlattım. Senede bir kaç kez buraya beni ziyaret etmeye geldiğin için çok mutlu olduğuma bir dahaki gelişini iple çektiğime inanıyorsun.
Oysa; kapıyı tıklayıp odama her girişinde yüzünde beliren o kibirli memnuniyet benim için cehennemden beter.
Erol... Kocacığım!
Keşke daha yakın olabilseydik... Oysa sen beni en başından beri saf sandın. Hep beni idare ederek yaşadığını düşündün. Seni severken tüm saflığımla sevdim; doğrudur.
Peki sen beni ne zamana dek, ne kadar sevdin? Bunu hiç düşündün mü? Beni hiç sevdin mi Erol?
Eski fotoğraflarımıza baktım bu gece. Evliliğimiz...Çocukluğumuz... Gençliğimiz... Yüzleri, gözleri daha dikkatli inceledim. Bu yaşıma dek hep görmek istemediğim kendimden sakladığım şeyi gördüm. Beni apar topar kim olduğunu bile bilmedikleri bir adamla evlendiren kendi anne-babamın da, sevgili kocamın da, iki evladımın da benimle çektirdikleri fotoğraflar birbirinin aynıydı. Herkes gülümsüyor; daha doğrusu gülümseyerek yanlarındaki hastayı hoş tutmaya çalışıyordu. Zavallı bir hastaya şefkat gösteriyor, ona acıyorlardı.
Siz canım ailem; Siz bana daima acıdınız ve sadece şefkat gösterdiniz. Oysa tek istediğim, beni sevmenizdi. Siz beni hiç sevmemiş olsanız da; ben sizi hep sevdim.
Eşiniz ve anneniz Hümeyra Gümüş"
Filmi sonundan anlatmaya başladım (mektup metnini not almak çok kolay olmadı; biline ey sevgili okur!) ama bu mektup filmin kendisi adeta.
Filmin adı mı? "Orada".
Evet, filmin adı "Orada"ydı ama bittiğinde ben ona başka ad koymak istedim; "Kendini Yakalayıp Hapsedenler" (**) Neden mi?
Huzurevinde ruh hastası bir anne Hümeyra; Füsun Erbulak.
Yurt dışında yaşamını sürdüren bir oğul Mazhar; Sinan Tuzcu.
Annesini sırtlayıp sonra yorulunca huzurevine yerleştiren bir kız Neslihan; Dolunay Soysert.
Eşinden çocuklarından -ve de hayattan- boşanıp Büyükada'ya yerleşen bir baba/eş Erol; Erol Günaydın.
Teğel bile tutamayacak ilişkiler yaşamış bu dörtlünün bir araya gelemeyeceğini gören annenin intihar ederek, kalan üçünü bir araya getirmesi aslında film. Ve o kadar başarılı ki Hümeyra; Mazhar Neslihan ve-ille de- Erol;
Ölüm, çatışma, hayatın içinde uzlaştırıl(a)mayan çelişkiler, marazi ilişkiler, anla(ya-şıla)mama, aile içi şiddet, öfke, kı(r-z)gınlık, mutsuzluk, küskünlük, ille de yalnızlık... Otuz iki kısım tekmili birden hayatın içinde olan tüm olumsuz duygular var, bu ailenin bir günlüğüne bir araya gelmesini konu alan filmde.
Film insanın yüreğini zorlasa da; kendinize, ailenize, sevdiklerinizin ilişkilerine yakından -en azından biraz daha yakından değil- baktırtıyor bir şekilde.
Hayatın içinde 'nylon'laşan tüm ilişkilere tahammül düzeyimin çok azaldığını fark ettiğim bu filmi izlerken, beni en çok Neslihan'ın Mazhar'a söylediği "Kardeşiz diye birbirimizi sevmemiz gerekmiyor, zaten birlikte büyümeyi de biz seçmedik ki!" repliği etkiledi mesela.
Çocuklarımıza hayatın içindeki -tercihimiz olan/olmayan- tüm ritüelleri ve toplumsal değerleri öğretmesek bile haberdar etmemiz gerektiğini anımsattı.
Filmin gasilhane, cami ve mezarlık sahnelerini izlerken çok üşüdüm. Anne-babamın ölüm sürecine ait yaşantıları film boyunca bir kez daha canlandırdığım için çok üşüdüm. Ama imam rolünü -filmin sonunda papaz rolünü de- oynayan Bahtiyar Engin'in oyunculuğu da bir yandan içimi ısıttı.
Giderek daha da sık rastlar olduğumuz bölük pörçük olmuş aile ilişkilerini izlerken kendimi yakaladığım sahne ya da replikler içimi acıtsa da, "Daha anlaşılmayı bekleyen çok şeyin var Şado!" diyerek kendi kendime söylendim büyük, koyu, italik ve altı çizili cümlelerle.
Sinema yazarı filan değil sıradan bir izleyiciyim ama bu filmi ortaya çıkarıp, bize sundukları için senarist(ler)-yönetmen(ler) Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu'nun başarılarını kutlamam gerekiyor iki nedenle. Birincisi çok genç oldukları halde böyle bir konuyu bu denli derinliğine ele aldıkları için, ikincisi ilk filmlerinde bu düzeyi tutturdukları için.
Yolunuz açık olsun gençler! "Burada"kilerin filminize gerekli ilgiyi göstermemesine aldırmayın, 'orada''kiler sizin emeğinizi değerlendirip, bir sürü festivale konuk etmişler filminizi üstelik ödüllerle taçlandırarak.
Sıradan bir müzik dinleyicisi olmam; filmin müziklerini yapan Alper Maral ve ekibinin yaptığı müziğinin çok iyi olduğunu söylememe engel değil. Hele "sessiz ve sakin" parçasına bayıldım. Türk sinema filmlerinde ben pek rastlamadım böylesine müziğe; ellere sağlık...
Emeği geçen herkesi kutluyorum; 'orada' olmaktan çekindiği için 'burada' olan biri olarak.
Film afişinde bir soru var: "Annenizin ölümü mü sizi daha çok korkutur, ardındaki hesaplaşma mı?"
Senaryonun cevabı; hesaplaşma (mı?).
Benim cevabım; ikisi de.
Sizin cevabınız? Bilemem; izlemeniz lazım, kendinizi hapisten kurtarmak istiyorsanız.
Ben hapisten kaçmak için -en azından- plan yapmağa başladım da... (ŞD/TK)
*Şadiye Dönümcü. Sosyal Hizmet Uzmanı.