3. Dünya Savaşı'nın giderek büyüdüğü ve coğrafi olarak da yayılma eğiliminin bir hayli arttığı şu günlerde Türkiye'nin gündeminde olan yerel seçimleri tartışmak ne kadar anlamlı emin değilim ama yine de deneyelim.
Türkiye'deki önümüzdeki yerel seçimlerle ilgili karamsar olmak için birçok neden var. Bunların arasında düzenin 2015 Suruç Katliamı'yla birlikte başlattığı açık saldırı süreci ön plana çıkıyor. Sonrası kademeli bir biçimde seçme-seçilme ve oy hakkının rejim tarafından gasp edilmesi; son seçimlerde özellikle "muhalefet"in yanlış varsayımlar etrafında düşsel beklentiler yaratarak değişim umudunu sandıkta boğmasıydı. Seçim ertesinde de maalesef "muhalefet" saflarında ciddi bir toparlanma yaşanmadı. Ülkenin geleceğinde bir kopuş yaratacak sevdası-davası bile olmayan "muhalefet"in başarı olasılığının yokluğu şimdiden açık. Ancak henüz dünyanın sonu gelmiş değil.
Rejimin diktayı/faşizmi kalıcılaştırmak ve her alanda hakimiyetini pekiştirmek için atakları sürüyor. Yerel seçimlerde de hali hazırda hile yapmaya başladığı seçmen kaydırma haberleriyle görünür bir gerçek. Ayrıca kayyım tehdidi sabit.
Yerel yönetimler üzerine düşünmek
Yerel yönetimlerle ilgili düşünmeye dönük sanırım ilk ciddi tecrübem 90'lı yılların başında bir grup arkadaşla "yerel yönetimler meselesine devrimciler nasıl bakmalı?" diye özetleyebileceğimiz bir çalışmanın parçası olmamdı. Benim işim, sağ-sol partiler-gruplar bu konularda ne düşünüyor bunları görüşmeler yaparak, okuyarak özetlemekti.
Bu araştırma sırasında en çok dikkatimi çeken şey herkes genel politik sözler yerine daha "somut" konuşmaya çalışıyordu. Kendilerini doğrudan hayata değen bir şeyler söylemek zorunda hissediyorlardı. Ancak nihayetinde özellikle sağ ve "sosyal demokrat" kesim için belediye yönetimine gelmek sihirli değnek, buralarda dönen ranttan pay almak ise asıl "sır"dı.
Terbiyeli muhalefet
Düzen siyaseti dahilinde hareket edenlerin para ve iktidar kovalamaktan başka bir dertleri olmadığını süreç içinde daha fazla gördük. Hiçbir zaman çirkefe batmaktan da çekinmediler. Ne de olsa "ceza" makamları da onlara benziyordu. Farklı olanlar da rüşvet-tehdit türünden yöntemlerle yola getirilirdi.
Son yıllarda rejim ülke genelinde kitleleri faşistleştirmek için her olanağı değerlendiriyor. Aynı zamanda Türkiye'de diktatörlüğün kısıtlamaları o hale geldi ki sol kesimler bile isyancı fikirlere kulaklarını kapattılar, kendileri hayâl bile kuramazken başkalarının aklından geçen ve ütopik görülen düşünceleri yasaklama yolunu arar hale geldiler. Çünkü düşe yatanların onların çektiği acıları anlamadıklarına iman etmişler. Gerçekte ise artık acılarına bağımlı hale gelmiş, düzen tarafından terbiye edilmiş kitleler bundan nasıl kurtulunabileceğini bile umut etmeyi tabu olarak görüyor. Asıl sorun bu.
Hayâlimiz
Şimdi rahatınızı biraz daha bozacağım. Seçimlerde kimler aday olacak, kim kiminle ittifak yapacak falan bunlar bolca konuşulan ve tüketilen saçmalıklar. Asıl meseleye ise bir türlü gelemiyoruz. Seçilsek de seçilmesek de bu dünyayı değiştirmek için ne yapacağız?
Bu başlıkta büyük ve yeni keşiflere gerek yok. Zaten bazı şeyleri Meksika'da Zapatistalar yaptılar, çoğunu özellikle Kürt hareketi etrafında politikayla uğraşan kesimler telaffuz ettiler, bir kısmını da denediler. Özeti şu: Yeni bir yaşam kurmanın yolunu arayacağız.
Alternatif bir dünya kuracağız. Nasıl? Mevcut kapitalizmin temel dinamikleri arasında doğanın, emeğin ve kadının yağması ön plana çıkıyor. Bunun için yerel yönetimlerde, yaşadığımız yerlerde toprağın, suyun ve havanın korunması öncelikli politikamız olmak zorunda. Kapitalizmin doğayı tahribatına karşı toprakları, havayı, suyu yeniden kazanmayı hedefleyen bir süreci ön görmeliyiz.
Yine devrimci bir yerel yönetim politikasının önünde çok halklı, çok dilli bir yaşam politikası hayata geçmeli. Dilleri, kültürleri unutulmaya terk etmek yerine geliştirmek ödev olmalı.
Bunların paralelinde kendi okulunu, barınma olanaklarını, sağlık ihtiyaçlarını karşılamak; alternatif sanat ve medya ağı oluşturmak da vazife sayılmalı.
Yerel yönetimin gündemindeki bir diğer önemli başlıksa komünal-ortaklaşa hayatı öngören "iş", üretim, örgütlenme ve yaşam biçimleri yaratmak olmalı.
Yerel yönetim aynı zamanda kadınlardan başlayarak halkın bütünün katılımını örgütlemeye çalışan, şiddete karşı tedbir alan çok yönlü bir öz-savunma ve adalet sistemi de şekillendirmeli.
Elbette doğrudan demokrasi bütün bu tasarının zemini ve akış hali olmalı. Aşağıdan özgürleştirici yeni demokrasi pratikleri de icat etmeliyiz. Bize benzeyen başka topluluklarla birlikte dünya çapında dayanışma ağları kurmalıyız.
Özetle sadece eşitlik-adalet değil yeni-alternatif bir yaşam inşasını hedeflemeliyiz.
Çoğunuza eminim yazdıklarım ütopik geldi. Ancak bu "hayâller" güçlü dayanaklara sahip. Mesele sadece TC'nin zulmü değil aynı zamanda kapitalizmin insana ve doğaya ait her şeyi metalaştırmaya çalışan doymaz açgözlülüğü ile ilgili. Görünmez zincirlerimizden kurtulmak istiyorsak farklı bir hayatı yaratmak uğraşı vermekten başka ne yapabiliriz?
Ancak görünen o ki bunları yapmaya karşı çoğumuzun kafasında neredeyse inanç düzeyine ulaşmış bazı fetişler var. TC'nin ilelebet var olacağı; sandıktan, seçimlerden başka çaremizin olmadığı gibi...
Devlet tapıncı
Muhalefetin önemli bir kısmında bütün politik süreçler TC'nin varlığının mutlaklığı üzerine kurulu. Ayrıca sürekli seslenilen bir "devlet aklı" var. Bu devlet aklı mantıklı, sağduyulu, sorunları çözmek isteyen, herkesin iyiliğini düşünen, ortayı bulmaya çalışan bir görünüme sahip. Eğer böyle değilse sık sık sanki babaya yalvarırcasına bu devlet aklından problemleri çözmesi neden isteniyor? Sahi sürekli devletten işmar bekleyen bir zihniyet neyi değiştirebilir?
Halbuki TC, 2. Abdülhamit'le başlayıp, İttihat Terakki'yle devam edip nihayet TBMM'nin kuruluşuyla sonlanan/başlayan süreç "nasıl kurtuluruz?" sorusuna ırkçı-ayrımcı-soykırımcı geleneğin dışına çıkmadan verilen bir yanıttır. Türk devleti başından itibaren Türk-Sünni sermaye kesimlerinin egemenliğine dayalıdır. 1908 öncesi İttihat Terakki-Daşnaktsutyun (Ermeni Devrimci Federasyonu) "ittifakı", Kürtlere güya özerklik verilen ancak gayrimüslim halkların bütün hakkını hukukunu yok sayıp, soykırımların üzerine mezar taşı diken 1921 Anayasası aldatmacası veya "Müzakere Süreci" TC ve onun geleneği açısından güç devşirme oyunlarının dahilindeki taktik yaklaşımlardır. Bu politika "Nasıl kurtuluruz?" sorusuna, “başkalarını yok ederek, asimile ederek, sürerek” diye verilen cevapların dahilindedir.
Türkiye ilgili yapılan faşizm değerlendirmelerinde çoğu zaman kitabi olana bağlılık gibi bir zaaf hep ola geldi. Unutulan şu 1930'ların Almanya'sında yaşamıyoruz ve Türkiye'de siyaset komplodan ayırt edilebilecek bir şey değil. Türkiye'de devlet ve siyasetin Batılı örneklerden baştan beri bazı köklü farklılıkları oldu. Ayrıca bugün ülkedeki egemen sermaye kesimleri açısından emperyalist siyaset karakteristik- birleştirici bir öge. Dolayısıyla egemen blok ve devlet içindeki çelişkileri bunca tasfiye ve kadrolaşmadan sonra abartarak yapılan ve bu aralığa oynayan politik değerlendirmeler sonuçta sadece bizi yanıltır.
Seçimlerin fetiş hâlini tartışmayı şimdilik başka bir yazıya bırakacağım. Ancak şunu söyleyeyim, bir yerden başlamak için en azından "sizin bu oyununuzu oynamayı reddediyorum!" diyebilecek kadar cesur olmalıyız... (AS/AS)