Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Van mitinginde yaptığı konuşmada; iktidardan düşerlerse, ortalıkta beyaz toroslar dolaşır diyerek Kürt halkını açık açık tehdit etmesi, bir çok insan gibi beni de yıllar öncesine, kötü anılarıma götürdü.
“Beyaz toros”un 1990’lı yıllarda Türkiye’de ne anlama geldiği ve insanlarda yarattığı etki çok nettir.
Birilerinin etrafında bir “beyaz toros” dolaşmaya başlamışsa şayet... Bir süre sonra gözaltına alınarak kaybedileceğinin bir işareti olarak görülürdü.
O yıllarda Hüseyin Toraman’ın 27 Ekim 1992 yılında eşi Gülay’ın ve komşularının gözlerinin önünde “beyaz torasa” bindirilerek kaybedilmesinden başlayan, Hasan Ocak’la devam eden süreci çok yakından biliyorum.
Her kayıp olayında, birilerinin kaçırıldığını duyduğumda; “Kaçırılan birisi o an ne hisseder, ne düşünür” diye de kendi kendime çok sormuşumdur.
Ancak 1996 baharında Taksim’in göbeğinden kaçırıldığımda, artık hiç bir kayıp durumunda o soruyu sorma ihtiyacı duymadım.
Her şey çok garipti!
Sanki yıllarca okuduğum, değişik zamanlarda yazdığım kayıp öykülerini bire bir yaşıyordum.
Sonuçta Vatan Caddesi’ndeki 15 günlük işkencenin ardından savcılığa çıkarılmam bir şans olsa da...
Kaçırılma esnasında yaşadıklarımın hepsi, hiç değişmemezcesine kaçırılarak kaybedilenlerin kaçırıldıkları anda yaşadıkları duygular olarak bende kaldı.
Hiç unutmam...
Bir Cuma günüydü.
Tarih 15 Mart 1996’ydı.
Radyodan biraz erken çıktım.
Hem yorgundum, hem de radyonun sigortasını yaptırdığımız AK Sigorta Kadıköy temsilcisi o gün sigorta poliçelerinin ödemesini almaya geldiğinde, akşama buluşup birlikte karşıya geçmeye karar vermiştik.
Akşam üzeri telefon etti arkadaş ve Kadıköy Salı Pazarı’ndaki otobüs durağında buluştuk.
Radyodan çıktığımda yanımdaki teknisyen arkadaşla birlikte etrafımıza hiç dikkat etmemiştik.
Öyle ya çalıştığım yer, ev adresim her şey polisin bilgisi dahilindeydi.
İstediğinde buralardan beni gözaltına alabilirdi.
Ama öyle olmadı...
Her zaman olduğu gibi, ki bunu 2006 yılında gözaltına alınarak tutuklanmam esnasında da yapmışlardı.
Polisin sokak ortasından kaçırarak gözaltına alması, daha en başından insanda kaybedilme korkusunu yaratmak içindi.
Üstelik bunu 1990’lı yıllar boyunca iktidarın uyguladığı kaybetme politikasını düşündüğümüzde, polisin bu yöntemle insanları gözaltına almasının nedenini de daha iyi görebilir, anlayabiliriz.
TIKLAYIN - BEYAZ TOROS GELİRSE...
Taksim’i bilenler bilir.
Hem araç, hem de yaya trafiği bakımından bir cuma günü tam da mesai sonrası İstanbul'un Sıraselviler Caddesinin Taksim meydanına açıldığı noktanın yoğunluğunu tahmin etmek hiç de güç olmasa gerek.
İşte tam böyle bir anda, bindiğim arabadan adımımı dışarı atmamla üzerine üç sivilin saldırması bir olmuştu.
O an üzerime saldıran adamların, beni sokağın ortasında duran “beyaz toros”a bindirmek istemelerine direnmekten başka bir şey düşünmedim.
Bir yandan da aklımda diğer kayıp olayları, o an beni kaçırdıklarını düşünerek, bir yandan ağzımı kapatmalarına rağmen her kurtulduğumda “imdat beni kaçırıyorlar” diye bağırmaya çalışırken, gayri ihtiyari arabanın plakasını öğrenmeye çalışıyorum.
Oysa plakayı bilsem ne olacak ki?
Sonuçta o arabayla beni götürecekler.
Sadece kurtulduğum koşullarda somut bir veri olacak plaka benim için.
Fakat emniyette o toroslar için onlarca sahte plaka olduğunu bilmem de bir başka çelişki.
Kaç dakika sürdü üç adamla boğuşmamız bilmiyorum.
Ancak beyaz torosun ön ve arka koltukları arasına bani zorla yatırdıklarında, sadece tekme atarak arabanın kapısını kapatmalarına engel olmaya çalışırken, kafamda “kaçırılıyorum” fikri çok netti.
Ayaklarımı zor kullanarak katlayıp, üzerine birini oturtup kapıyı kapadıktan sonra, baş kısmıma da biri oturdu.
Sonra bilinmeze doğru yolculuğumuz başladı.
Sıkıştırdıkları yerde nefes almam başlı başına sorun olsa da.
Aklımda diğer kayıplar...
Yakından tanıdığım bazı isimler dolaşıp durdu.
Şimdi ben de onlar gibi nereye götürüldüğümü bilmesem de.
Polislerin tehditlerinden bu yolculuğun bir ormanda bitebileceği ihtimali üzerinden düşündüm hep.
Söylediklerine göre özel olarak almışlardı beni.
Bir tesadüf değildi Taksim’de dolaşan onca kadının arasından, arabadan ayağımı dışarı atar atmaz üzerime saldırmaları ve beyaz torosa bindirmeleri.
Son dualarımı etmeliymişim.
Yatırdıkları yerden çevremi görmem mümkün olmasa da.
İstanbul sokaklarında son dolaşmammış bu.
O an ölümü hemen yanı başımda hissetmiştim.
Üstelik işkenceli bir ölüm olacaktı bu.
Annemden doğduğuma pişman edeceklermiş, onlara yalvaracakmışım bana dokunmamaları için!
Bütün bunlar direksiyondaki polisle birlikte dört polisin nefes almadan bir biri ardına sıraladıkları tehditlerden sadece bir kısmıydı.
Ama bir noktada yanılıyorlardı.
O beyaz torosa bindirilen ne ilk ne de son kadındım.
Ve katillerine yalvarmak ise, o an öylesine itici gelmişti ki!
Kararımı vermiştim.
İstedikleri hiçbir şeyi yapmayacaktım.
Sonu bir ormanda, bir ağacın altına gömülmek bile olsa.
Şimdi Davutoğlu biz gidersek “beyaz toroslar dolaşır buralarda” diyor.
Bu bir tehdit değilse nedir ki bu!
Bir de, devletin 1990’lı yıllar boyunca kaçırarak katlettiğinin itirafıdır. (FE/HK)