Avrupa karanlık geçmişini sık sık hasıraltı edip Avrupa Birliği kıstaslarıyla Batı medeniyetinin bayraktarlığını yapmaya devam etse de, Srebenitsa'da Müslümanların maruz bırakıldığı kıyıma seyirci kalan Birleşmiş Milletler'e (BM) ait askerî birliklerin dava edilemeyeceği geçen Nisan ayında Amsterdam Yüksek Mahkemesi'nce duyurulmuştu.
11 Ekim 2012 Perşembe günü kararı protesto etmek için Strasbourg'daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) kadar giden kurbanların anneleri, General Mladiç'in yaptıklarına engel olmakta yetersiz kalan ve dokunulmazlık kalkanıyla korunan Hollandalı barış gücünün yargılanması gerektiğini ifade etti.
Bu arada geçen hafta iki dünya savaşı ve son Balkan savaşını atlatabilmiş olan tarihî Saraybosna Müzesi etnik çekişmeler ve ödenek eksikliğinden kapatılmak zorunda kaldı.
İKSV'nin düzenlediği 2012 Filmekimi kapsamında İstanbul'da gösterilen, Müslüman kadın yönetmen Aida Begiç'in "Çocuklar" (Djeca) adlı filmi aracılığıyla da eski Yugoslavya'nın yaralı ruhlarının hâlâ iyileşemediği, kültür ve dinler arasındaki gerginliğin ayakta tutulduğu gözümüze sokuldu.
BM dokunulmazlığı
2011 Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde gösterilen, Larysa Kondracki'nin yönettiği ve Rachel Weisz'ın başrolünde oynadığı "The Whistleblower" (Muhbir) aslında konuya daha önce parmak basmıştı.
BM İyi Niyet Elçisi olsa da Angelina Jolie'nin Bosna Savaşı konusundaki nispeten yeni filmi "Kan ve Aşk" daha çok Amerika Birleşik Devletleri Amerika Birleşik Devletleri (ABD) seyircisine yönelik zorlama bir seyirlikti.
Oysa savaş sonrası demokrasinin ithal çalışmaları kapsamında faaliyet gösteren Democra Security şirketi elemanlarının kadın ticareti yapmasına göz yummuş BM yetkililerini afişe eden Muhbir'le pisliklerin gün yüzüne ne kadar zor çıkabildiğini bir kez daha görmüştük.
Gerçek olaylara dayandırılarak çekilmiş eserde konuyu araştıran kadın polis rolündeki Weisz, somut kanıtları elde ettikçe foyaları meydana çıksa da, beyaz kadın tüccarları ve istismarcıların güvenlik kuvvetleriyle işbirliği sayesinde faaliyetlerine yüzsüzce devam ettiklerini, rahatsız edici araştırmaları yüzünden kahramanımızı yok etmek için ellerinden geleni artlarına koymadıklarını fark etmiştik.
11 Ekim Perşembe günü Strasbourg'a gelen Srebrenitsa Anneleri'nin davasını üstlenmiş Van Diepen Van der Kroef Advocaten bürosu Hollanda barış gücüne bağlı BM askerlerinin dokunulmazlık kalkanının evrensel insan haklarına kesinlikle aykırı olduğunu hatırlattı.
Soykırım kurbanlarının ailelerinden 6 bin kişinin temsilcileri Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurarak Hollanda hukuk sisteminin kararına karşı çıktı ve suçluların her halükârda cezalandırılmasını talep etti.
Grup adına açıklama yapan Srebrenitsa ve Jepa Anneleri Derneği başkanı Munira Subaşiç, "Srebrenitsalılar adaletten başka bir şey istemiyor," dedi.
AB'nin kültür politikası
Ekonomik ve ahlaki çöküntü yaşayan Avrupa ülkeleri arasındaki esas bağ kültür olmalıyken inisiyatif sahibi olamayacak itaatkâr fertler yetiştirmek üzere güruhların beyinlerinin yıkanması tercih edilir hale geldiğinden, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yadigârı, 124 yıllık Bosna Hersek Milli Müzesi geçtiğimiz hafta (5 Ekim) kapatılmak durumunda kaldı.
İşlevsel, koordine edilmiş ve sürdürülebilir kurumlar ortaya çıkarmakta kısıtlı ilerlemeler kaydettiğinden ekonomiyle kafayı bozmuş AB'ye girmesi de ertelenen Bosna'nın etnik grupları, 1995'te sona eren savaştan beri zaten ortak kültür fonları yaratmakta zorlanmışlardı.
Son zamanlarda, Batı medeniyetinin beşiği sayılan Avrupa'nın zengin ülkelerinde bile kültüre ayrılan ödeneklerin fazlasıyla kısıldığı düşünülürse müzenin müdürü Adnan Busuladziç'in öylesine köklü bir müessesenin artık emprovize kaynaklarla idare edilemeyeceğine dair beyanatına inanmakta fayda var.
Milli Müze İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi kuvvetlerinden korunabilen ve İspanya engizisyonu tarafından kovulmuş Yahudi bir ailenin kuruma kazandırdığı çok değerli el yazmasıyla da tanınıyor.
Çalışan sayısının zaten gerekenin çok altında olduğu bilinen ve Saraybosna kuşatması sırasında bile açık tutulabilmiş abide statüsündeki müzenin yöneticisi elemanlarına bir senedir ücret veremez hale gelmişti. Merkezî Yönetimin Kültür Bakanlığından mahrum olduğu ülkede yüzlerce öğrenci olayı müzenin önünde hararetle protesto etti.
Saraybosna'nın çocukları
TRT destekli Djeca (Children of Sarajevo / Çocuklar) savaş sırasında ebeveynini kaybetmiş, Boşnak oyuncu Marija Pikiç tarafından başarıyla canlandırılan Rahima'nın mücadelesi üzerine kurulu.
Semih Kaplanoğlu'nun yapımcılığını, şirketi Kaplan filmin Türkiye'de dağıtımcılığını üstlendiği sürükleyici eserde hareketli kamera kullanılması Rahima'nın çalkantılı ve huzursuz ruh halini yansıtma konusunda çok etkili oluyor.
Bir yandan hayatını idame ettirmek, diğer yandan yetimhaneden kurtarıp yanına aldığı haşarı erkek kardeşini yetiştirmek için canla başla çalışırken, sistemle özdeşleşmiş otoriter sosyal görevliyle oğlanın okuldaki öğretmeninin küçümseyici ve ezici davranışlarına maruz kalmaktadır.
Kendisi yalnız başını örtmüş bir Müslüman'a dönüşmenin değil, geçmişinde uyuşturucu âlemlerinde bulunmanın, her anlamda feleğin çemberinden geçmiş olmanın da bedelini sürekli ödemektedir.
Fakat bunlar günbegün yozlaşıp değerlerini yitiren Boşnak toplumundan lafını esirgediği anlamına gelmez.
"Savaşta büyüdük"
Kardeşinin kavga ettiği ve iPhone'nunu kırdığı okul arkadaşı bir bakanın oğlu çıkar; okuldan verilen uzaklaştırılma cezası ve iPhone'nun yenisinin alınması şartı dışında bakan, Rahima'nın kendisinden özür dilemesini de beklemektedir. Öğretmene, "Belki kıçını da öpmem gerekir!" diye tepki verecek kadar cesurdur genç kadın.
Nitekim değerli oyuncağın parasını zamanında denkleştiremediği için mutfağında çalıştığı lüks restoranın da müşterisi olan mevzubahis bakana yaklaşıp borcu erteleme ricasında bulunduğunda vücudunu bahşetmesi şartıyla karşı karşıya kalır.
Çocuklukta yaşanan travmaların da etkisiyle erkek kardeş Nedim, Rahima'ya zaten yeterince abilik taslamaktadır, ablasının başını bağlamış olması da hayatını zorlaştıran bir unsur gibi karşısına çıkar ve şikâyet etmesi için vesile olur.
Sosyal ve politik bir çöküntü yaşayan, bir zamanların etnik mozaik örneği Bosna'da Rahima çalıştığı restoranın Noel ağacını mesai arkadaşlarıyla elinden geldiğince süslerken sonuçtan memnun olmayan müdirenin "Mağara'da mı büyüdünüz?" lafının altında da kalmaz, içi acıya acıya "Savaşta büyüdük!" demek zorunda kalır.
Yükselen değer
Tek başına bir kadının yaşama bağlanma direncini etkili bir biçimde yansıtan Çocuklar adlı sinema eseri Cannes'ın Özel Bir Bakış bölümünün Jüri Özel Ödülü dışında Saraybosna Film Festivali'nde hem en iyi aktris hem de Cineuropa, en iyi yönetmen ödüllerini aldı.
Tüm hayatı boyunca hırpalanıp yoluna devam edebilmek için dine sarıldığı anlaşılan Rahima'nın hikâyesi Fransa'nın La Rochelle, Gindou, Polonya'nın Varşova, Kanada'nın Toronto Film Festivallerinde de ilgi gördü.
Eseri seyrederken Moritanya İslam Cumhuriyeti'ndeki kadınların şahsen tanık olduğum, İranlı kadınların ise filmlerden bildiğim başörtüsü konusundaki gevşekliği sık sık aklıma geldi.
Rahima alnından görünebilecek saçları kesinlikle türbanın altına saklamakla kalmıyor, genelde giydiği balıkçı yaka kazakların arkasından fark edilebilecek ensesindeki saçları tamamıyla örtebilmek için türbanını kazağın yakasına iğnelerle tutturmuş, her vesileyle kontrol ediyordu.
Benzer bir bağlamda, yine geçtiğimiz senelerde İstanbul'da misafir edilen diğer Boşnak kadın yönetmen Jasmila Sbanic'i anmadan duramayacağım. Grbavica filmi ile Berlin'de Altın Ayı'yı kazanan ve bir savaş tecavüzünün ürünü çocuğunu doğuran kadının hikâyesini başarıyla sinemaya aktaran Sbanic, 2010 yapımı "Na Putu" (Yolda) adlı filmde ise savaş sonrasındaki Bosna'da, birbirlerini seven Müslüman bir çifte odaklanıyordu.
Kadın havayollarında hostesliğe devam ederken, savaşın etkilerini üzerinden atamamış erkek bir süre sonra köktendinci bir gruba dahil olur. Bir bayram münasebetiyle kızın ailesinin evinde geleneksel ziyafet için tüm aile toplanmış, neşe içinde anane kutlanmaktadır; dine sardırmış olan kahramanımız masadaki içkiye laf eder, aile reisi konumundaki babacan tavırlı büyükanne: "Biz yüzyıllardır bunu bilir, bunu yaparız, beğenmiyorsan senin aramızda yerin yok!" diye kükrer.
Peki ya tevazu!
Dinle aramın iyi olmadığını itiraf etsem de anneanemin soğuk havalarda başını örtme şeklini özlediğimi ifade etmeden geçemeyeceğim.
Oysa kökeni Anadolu Müslümanlığında olan Boşnak toplumunun savaş bittikten sonra terk edildiği yalnızlık bazı fertlerini yeni bir değer olarak Müslümanlığın çağdaş yorumlarına daha fazla yaklaştırıyor sanki.
Oysa en büyük cami, en gösterişli köprü, en yüksek gökdelen gibi herhangi bir inançta hoş görülmeyen iddiaları pervasızca kendine yakıştıran ve aynı zamanda dini emellerine alet edenler Müslümanlıktan beklenen tevazuyla alakasız bir yerde duruyorlar.
Yerebatan Sarayı, Ayasofya, Kariye Müzesi gibi Hıristiyanlıkla özdeşleştirilebilecek ve kırılganlıkları kale alınmayan tarihî yapıların içine yerleştirilmiş ticarethaneler bir yana, Osmanlı yadigârı olup dinin ruhaniliği konusunda birer abide gibi duran camilerin başına gelenler, gelecekte çağımızın dinden uzaklaşıldığı devir olarak anılmasına epey katkıda bulunacak gibi... (MT/HK)