Kafka’nın ‘Dava’sı adalet sistemimizin gizini açığa vurduğu için hep aklımızda tutmamız gereken bir metin. Hikâyeyi hatırlayalım: Joseph K.’nın evine bir sabah iki memur gelir ve kendisine tutuklandığını bildirirler. Ancak hangi suçu işlediği, niye tutuklandığı açıklanmaz. Herkes Joseph K.’nın suçlu olduğuna inanmıştır, derdini dinleyen, feryadını duyan biri de bulunmaz. Mânâsız biçimde uzayan , izbe ve metruk yerlerde görülen, kimsenin beraat edemediği, ressam Titorelli’nin belirttiği gibi asla gerçekleşmeyecek beraat, her an yeniden tutuklanma olasılığını da içeren bir tür şartlı salıverme ve ne beraat ne de erteleme anlamına gelen süresiz erteleme seçeneklerini barındıran bu garip dava Joseph K.’nın öldürülmesiyle sonlanır .
Joseph K. başına bu işler geldiğinde 30 yaşındadır, canını kurtarabilen Oktay Güveç 15! Oktay Güveç geçtiğimiz hafta içinde bianet’te* okuduğum bir haberde çıktı karşıma. Bu 15’lik Joseph K. meşhur devletlû klişemizin ‘münferit vaka’larından, ‘sözde vatandaş’larımızdan. Millî hakikat rejimimizin ‘homo sacer’i, katl-i vaciblerinden kısacası. K imsenin “Sabahın beşinde gözaltına alınır mı, polis otosuna bindirilirken kafasına basılır mı!” diye sormayacağı sınıftan biri Oktay Güveç. Her ülkede, her çağda ve tabii bu topraklarda da birilerinin hayatı hep daha kolay harcanabilir hayat olmuştur. İktidar, çeşitli uysallaştırma mekanizmalarını ve söylemlerini devreye sokar, çok geniş bir repertuar tedarik edilmiştir bu maksatla ve Oktay Güveç gibilerin hayatı da yaşanmaya değmez, zayi edilebilir kategorisine girenlerdendir nihayetinde!
Bir mesel gibi
Bianet’teki haberden aktaracağım hikâyeye geçmeden bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim: Haberde kesin tarihler yok, mekân varla yok arası, Oktay Güveç dışında birinin adı geçmiyor, isnad edilen suçlar ve mahkemenin verdiği cezaların gerekçelerine dair doyurucu bir bilgi de yok! Burada bianet’i eleştirdiğim düşünülmesin, onlar olmasa bu olayı haberleştiren bulunmayacaktı belki de. Zamanın, yerlerin, karakterlerin, gerekçelerin silikleştiği gayet tanıdık ve anonim bir durum naklediliyor, handiyse bir mesel dinliyoruz ama çok tanıdık bir mesel!
Habere dönelim: Oktay Güveç, 1995 Eylül’ünde bir gün birinden “PKK adına para istediği ama parayı alamayınca o kişinin arabasını yaktığı” suçlamasıyla gözaltına alınır. İşkence altında suçlamaları kabul eder ve çıkarıldığı İstanbul DGM Oktay Güveç’in tutuklanmasına hükmeder. Gözaltı ve savcılık sorgusu boyunca bir avukatı olmamıştır ve hakkında o zamanki Ceza Kanunu’nun 125. maddesine dayanılarak idam talebiyle dava açılır. 1996 Şubat’ında dava başlar ve hâlâ bir avukatı olmayan Güveç gözaltında işkence gördüğünü, ifadesinin zorla imzalattırıldığını söyler. Nihayet, Nisan 1996’da bir avukatı olur. Mayıs 1997’de savcılık Güveç’e yönelik suçlamanın devletin bütünlüğünü bozmaya teşebbüsten yasadışı örgüt üyeliğine çevrilmesini uygun görür ve dava Ekim 1997’de Güveç’in dokuz yıl hapse mahkûm olmasıyla sonuçlanır. Ancak bu karar 1998 Mart’ında temyizde bozulacaktır. Bundan sonrası akıllara durgunluk verecek cinsten!
Yeniden görülmeye başlanan davada bir polis yetkilisi mahkemede davaya konu olan olayda bahsedilen kişinin arabasının yakılmadığını söyler. Arabası yakılmamış o kişi de kimsenin kendisinden PKK adına para istemediğini, arabasının yakılmadığını belirttikten sonra önüne konulan ifadeyi imzalamak zorunda kaldığını anlatır. Peki bu ifadeler bir şeyi değiştirir mi? Hayır...
AİHM kararı
Bu arada Oktay Güveç’in avukatı davayı bırakır. Daha da kötüsü Oktay Güveç psikiyatrik sorunlar yaşadığı için hastaneye kaldırılır ve 1999’da iki kez kendini yakarak intihara teşebbüs eder. Bunca haksızlığa, adaletsizliğe rağmen adli mekanizma Ekim 2000’e kadar Oktay Güveç’i tahliye etme gereği görmez. Tedavisi aksamıştır ama ne gam! Mayıs 2001’de mahkeme kararını açıklar ve Oktay Güveç ‘çeşitli eylemler’i nedeniyle yasadışı örgüt üyeliğinden sekiz yıla mahkum olur. Dava bir kez daha temyize gider ve Yargıtay Mayıs 2002’de kararı onar. O sıralarda ya da daha önceden Belçika’ya vasıl olan Güveç’in sığınma başvurusu kabul edilir. Yalnız ve güzel ülkenin şaşmaz adaletinden hayır gelmemiş, ‘Dava’ gerçek olmuştur!
Oktay Güveç iç hukuk yollarının tükenmesi üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurur. Geçen hafta AİHM, Türkiye’yi işkence yasağını, özgürlük ve güvenlik ile adil yargılanma hakkını ihlal ettiği gerekçesiyle 45 bin avro tazminat ve masraflar için de 4 bin 150 avronun ödenmesi hükmüyle mahkûm etti. AİHM, kararında Oktay Güveç’in beş yıldan fazla bir süre boyunca cezaevinde yetişkinlerle birlikte tutulmasının yanlış olduğunu, 18 ay boyunca idamla yargılandığını ve cezaevi koşullarının ruh sağlığının bozulmasına neden olduğunu da kaydetti.
Adalet sistemimiz, güvenlik aygıtımız 15 yaşındayken işlemediği bir suçtan gözaltına alıp idamla yargıladığı, işkence yaptığı, avukatsız mahkemelere çıkarttığı, iki defa kendini yakarak intihar etmesine vesile olacak kadar hayattan bezdirdiği Oktay Güveç’i öldüremedi. Ömrünün baharını hapishanelerde sürünerek, işkenceyle, intihar girişimleriyle geçiren Oktay Güveç gitti, dayanamadı... Eh ‘birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde...’ olsa olsa ‘münferit vaka’ olurdu bu hadisede. Hepi topu 15 yaşında, üstelik de PKK ile rabıtalı, vardır bir numarası denir çıkılırdı işin içinden! Hem ne vardı abartacak, ölmüş müydü sanki? Bağımsız yargımız, canımızın yongası polisimiz bu yüzden yıpratılmaya değer miydi?
Soruların bir anlamı kaldı mı bilmiyorum ama sormaktan vazgeçmemeli: Kendisinden PKK adına para istenmediği ve arabası yakılmadığı halde aksi beyanda bulunmaya zorlanan adama ne oldu? O adama bu ifadeyi verdirten, işkence yapan polislere ve vehameti AİHM’de tescillenen kararlara imza atan hukukçulara ne oldu? Haklarında göstermelik de olsa bir soruşturma açıldı mı, bir hukuki işlem yapıldı mı?
"Münferit vaka"
Hepimiz bağımsız yargımızın adaleti tecelli ettirişi ve polisimizin yasayı harfiyen uygulamak ve güvenliğimizi sağlamaktaki kararlılığıyla ilgili o nutukları dinlemişizdir, olumsuzluklar ‘münferit vaka’dır, buna inanmayanlar da ‘iç ve dış mihraklar’ın oyuncağı ya da beslemesi sıfatını hak eder. Oysa gördüğümüz tam da Walter Benjamin’in anlattığı gibi yasanın durmadan ve yeniden yazıldığı ve Giorgio Agamben’in vurguladığı gibi yasaların ‘durumsal’ yasalar olduğudur!
Sahiden yasanın sınırını, çeperini hep kendi şiddetini meşrulaştırmak için genişleten ve başka yoruma da izin vermeyen bir güvenlik aygıtı ve yargı bürokrasisinden başka bir şey mi var elimizde? Oldukça müphem icraatlerle kaim, istisna hâlini sürekli kılan ve keyfiliğe cevaz vermesi için bilhassa amorf bırakılan bir hukuk jargonu ile karşı karşıya değil miyiz? Gerekçesinin ne olduğunu yasayı uygulayanlar dışında kimsenin bilemediği garip kararlar alınıp durmuyor mu?
Misal, Oktay Güveç’e yöneltilen suçlamanın devleti yıkmaya teşebbüsten yasadışı örgüt üyeliğine nasıl ve niye dönüştüğünü ya da mahkûm olmasına neden olan ‘çeşitli eylemler’e ve bunların kanıtlarına dair bir açıklama talep etsek bir cevap alır mıyız acaba? Ya da ‘devleti yıkmaya teşebbüs’ nasıl olur, birinin yasadışı örgüt üyeliği nasıl anlaşılır diye sorsak ne yanıt alırız? Böyle afaki şeylere değil vârid bir duruma bakmak yeter de artar bile: Yazısında Türklere duyulan nefretin Ermenileri zehirlediğini belirten Hrant Dink’i bilirkişinin raporuna rağmen ‘Türklüğü aşağılamak’tan mahkûm edebilen bir yargımız var! Sormalı: Hâlâ ne demektir Türklük ve ne denince ya da yapılınca aşağılanmış olur o Türklük bilen var mı?
Yine de Oktay Güveç’in başına gelenleri düşünmeli ve sormalıyız: Joseph K.’mız bize hikâyesini anlattı, dert ediyor muyuz?(KA/EÜ)
* Kaya Akyıldız, Binghamton Üniversitesi. Bu yazı Radikal'in 10 Şubat tarihli sayısında yayınlandı.