Bir darbe ile 1999 yılında işbaşına gelen ve Pakistan’ı dokuz yıl yöneten Pervez Müşerref’in 2013’den bu yana süren yargılanması geçtiğimiz günlerde sona erdi.
Müşerref, tek adam iktidarının son yıllarında, istifasını isteyen yaygın eylemlerle karşılaşmıştı. Ülkede bir yandan da, özellikle Afganistan’la sınır komşuluğundan ve aşırı dinci hareketlerden kaynaklanan terör ve şiddet olayları yaşanıyordu. Müşerref çareyi 2007’de anayasayı askıya alarak olağanüstü hal ilan etmekte bulmuştu (1).
Olağanüstü hal koşullarında bütün yetkileri elinde toplayan Müşerref’in öncelikli hedefi yüksek mahkeme yargıçlarıydı. Aralarında Başyargıç İftikar Muhammed Çodri’nin de bulunduğu yüze yakın yargıcı görevlerinden uzaklaştırdı, evlerinde göz hapsine aldı.
Olağanüstü hal sonrasında yapılan seçimlerde Müşerref yanlısı Müslümanlar Birliği (PML-Q) büyük bir yenilgiye uğradı (2). Müşerref görevden azledilmemek için istifa yolunu seçti. Yurt dışına çıktı. Beş yıl sonra 2013’te yeniden seçimlere katılmak üzere ülkeye döndü. İşte idama giden yargı süreci o tarihte işlemeye başladı.
Müşerref hem göreve geldiği 1999 darbesi hem de 2007’de ilan ettiği olağanüstü hal dolayısıyla anayasayı ihlal etmekle suçlanıyordu. Hakkında tutuklama kararı çıktı, İslamabad yakınlarındaki çiftliğinde ev hapsinde tutuldu. Ülkeden ayrılması yasaklandıysa da bir süre sonra sağlık sorunları nedeniyle yurt dışına çıkarak Dubai’ye gitti.
Yargılanması gıyabında sürüyordu. Hakkındaki suçlama vatana ihanete dönüştü. Sonunda 17 Aralık’ta, üç yargıçtan oluşan özel mahkeme, bu suçu işlediğine karar vererek Müşerref’i idama mahkûm etti. Karar oyçokluğuyla alınmış, üyelerden biri karara katılmamıştı.
İdam kararına farklı çevrelerden farklı tepkiler geldi. Genellikle aydın çevrelerde karar olumlu karşılandı ve bunun şimdiye kadar alışılanın dışında ezber bozan bir aşama olduğu belirtildi. Böyle bir kararın ileride aynı antidemokratik hareketlere kalkışacaklar için bir emsal oluşturduğu, yargının konumunu güçlendirdiği, sembolik de olsa sivil yönetiminin üstünlüğü görüşünü pekiştirdiği söylendi. Bazı yazar ve hukukçular idam cezalarının insan haklarına aykırı olduğuna da değinerek büyük bir olasılıkla Müşerref hakkındaki kararın infaz edilemeyeceğine işaret ettiler.
Ordu ise kararı sert bir dille eleştirdi. Üst düzey komutanların konuyu görüştükleri toplantının ardından yapılan açıklamada, mahkeme kararının ordu saflarında üzüntü ve tepkiyle karşılandığı belirtildi. Açıklamada; “Ülkesine 40 yılı aşkın bir süre hizmet etmiş, savaşlara katılmış, genelkurmay başkanlığı, cumhurbaşkanlığı yapmış bir kişi kesinlikle bir vatan haini olamaz” denildi.
İdam kararının 66. Paragrafı
Asıl kıyamet 48 saat sonra ayrıntılı karar yayınlandığında koptu. Tepkiler özellikle ayrıntılı kararın infaza ilişkin 66. paragrafında yer alan dehşet verici ifade üzerinde yoğunlaştı. Ayrıntılı kararı yazan Peşaver Yüksek Mahkemesi Başyargıcı Vakar Ahmed Seth hızını alamamış, Mussolini’nin sonuna benzer bir infaz sahnesini yargı kararı haline getirmişti.
Söz konusu 66. paragraf ile mahkeme; Müşerref’in dirisinin asılmasına hükmetmekle yetinmemiş, infaz tarihine kadar eceliyle ölmesi halinde cesedinin sürüklenerek D-Chowk’a (Demokrasi Meydanı) getirilmesini ve burada darağacına asılarak üç gün süreyle teşhir edilmesini karara bağlamıştı… (D-Chowk, başkent İslamabad’da, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na, Anayasa Mahkemesi’ne çok yakın ve Anayasa Bulvarı üzerinde bulunuyor. Atatürk Caddesinin hemen iki cadde ötesinde.)
Gerçi böylesine “infaz” olayları Pakistan’da hiç görülmemiş değil, özellikle feodal düzenin egemen olduğu bölgelerde bu tür işler çoğu kez resmi yargı organlarının dışında hallediliyor. Ancak bu kez önemli bir mahkeme kararında, böyle bir infaz usulünün öngörülmesi yoğun tepkilere neden oldu.
Köşe yazarları “Ne oluyoruz, Ortaçağ’a geri mi dönüyoruz?” diye yazdılar. Hükümet çevrelerinden de ağır tepkiler geldi. Bakanlar, “Maalesef yargı içinde gerekli niteliklere sahip olmayanlar var” diye özetlenebilecek türden demeçler verdi.
Barolar Birliği mahkeme kararının tartışma konusu yapılmasına karşı çıktı, “Kurumlarımız yıpratılmasın, yargı bu tür sorunları kendi içinde çözecektir” dedi. Ana muhalefetteki Pakistan Halk Partisi PPP’nin de yorumu bu doğrultuda oldu.
Müşerref halen Dubai’de bir hastanede yatıyor. Hasta yatağından kameralara konuştu ve “Savunmama olanak verilmeden, avukatlarımın bile katılamadığı bir süreç sonunda vatana ihanetten mahkûm ediliyorum. Bu bütünüyle hiçbir dayanağı olmayan bir suçlamadır” dedi.
Herhalde Müşerref kolay kolay Pakistan’a dönmeyecek ve mahkeme kararı da kâğıt üzerinde kalacak.
Tecritte idamını bekleyen öğretim üyesi
Pakistan’da geçtiğimiz 21 Aralık günü bir başka davanın karar duruşması vardı. Dini değerlere hakaret suçlamasıyla yargılanan ve 6 yıldır tek başına tutulduğu hücresinde mahkemenin vereceği kararı bekleyen Cüneyt Hafız (Junaid Hafeez) idama mahkûm oldu.
Cüneyt Hafız öğretim üyesiydi. Parlak geçen bir lisans eğitimin ardından ABD’ye gitmiş üç yıl Amerikan edebiyatı, fotoğrafçılık, tiyatro okumuş; lisansüstü eğitimini tamamlayarak ülkesine dönmüştü. Mezun olduğu Multan BZU Üniversitesi Edebiyat Bölümü’nde ders veriyordu. Laik ve liberal görüşlü bir aydındı. Genellikle tutucuların hâkim olduğu BZU’da, Edebiyat Bölümü’nün görece daha özgür bir havası vardı. Belki onu yanıltan da bu oldu.
Bölüm Başkanı Şirin Zübeyir ile birlikte liberal görüşlü yazarları, kadın hakları aktivistlerini bölüme konuk konuşmacı olarak çağırıyorlardı. Örneğin konuşmacılardan biri Pakistan devlet televizyonu PTV’de yayınlanan ödül almış bir dizinin yazarı, “Tayfun” ve “Kutsal Kadın” adlı kitapları Türkçeye de çevrilmiş olan Qaisra Shahraz’dı.
Öğrencilerin bir bölümü Cüneyt Hafız’a, derslerinde dine hakaret eden görüşler yaydığı suçlamasıyla karşı çıktı. Aşırı dinci bir partiye mensup öğrenciler, Hafız’ın derslerde Shahraz’ın kitaplarından yaptığı alıntıların İslami değerlere hakaret eden öğeler taşıdığını ileri sürdüler. Hafız ayrıca Facebook’ta din karşıtı iletiler yazmakla da suçlandı.
Pakistan ceza hukukunda dine hakarete ilişkin getirilen düzenleme (Blasphemy laws) ve bu düzenlemenin uygulanması çok tartışmalı bir konudur. Özellikle Hazreti Muhammed’e, Kuran’a veya şeriat hükümlerine “hakaret” için öngörülen ceza genellikle idamdır, ancak bazı durumlarda ömür boyu hapse çevrilebilmektedir (3). Yasa hükümleri, düşünce ve inanç özgürlüğünü baskı altında tutmanın bir aracı olarak, evrensel somut hukuk ilkelerine uyulmaksızın uygulanmaktadır.
Dine hakaret davalarının çoğu kez kişisel ihbarlara dayanarak açıldığı, yürürlükte olan hukuka göre bile adilane yürütülmediği biliniyor. Bazı durumlarda ise, “galeyana gelen” dini bütün ahali yargılamaya gerek kalmadan cezayı kendi elleriyle veriyor. Örneğin üniversite öğrencisi Maşal Han 2017’de böyle bir toplu saldırıda linç edilmişti.(4)
“Dini değerlere hakaret” suçlamaları sonucu Cüneyt Hafız 2013 yılında tutuklandı. Bölüm Başkanı Şirin Zübeyir elini çabuk tutarak yurt dışına çıktı.
Altı yıl süren hukuk dramı
Cüneyt Hafız’ın 6 yıl süren yargılanma süreci tam bir hukuk dramıdır. Tanıklar mahkemede kendilerine gösterilen kitaplardan dine hakaret ediliyor dedikleri yerleri bulup okuyamazlar. Çünkü kitaplar İngilizce yazılmıştır ama tanıklar İngilizce bilmemektedirler. Mahkemenin delil olarak kabul ettiği Facebook yazışmalarının Hafız’a ait olduğu kanıtlanamamıştır. Duruşmalar boyunca en azından sekiz kez yargıçlar değişir. Hafız’ın ilk avukatı, üzerine gelen kalabalık bir meslektaş grubunun tehditleri sonucu davayı bırakır. Daha sonra davayı üstlenen avukat Raşit Rahman ofisinde silahla vurularak öldürülür. (5)
Genç öğretim üyesi Cüneyt Hafız’ı idama mahkûm eden mahkeme kararı, Müşerref’le ilgili tepkiler kadar yaygın olmasa da özellikle insan hakları savunucuları ve aydın çevreler tarafından eleştiriliyor. Pakistan Anayasası’nda ülkenin bir İslami cumhuriyet olduğu yazılı ve ülkede dinsel bağnazlık son derece baskın bir durumda. Yine de sesini yükseltme cesareti gösterenler az değil.
Uluslararası Af Örgütü, karar duruşmasından önce, Eylül ayında yayınladığı bildiride özetle şöyle demişti:
“Pakistanlı yetkililer, uzun süredir tecritte tutulan Cüneyt Hafız’ı derhal ve koşulsuz olarak serbest bırakmalı, hakkındaki bütün suçlamalar geri çekilmelidir… Bu dava adli bir saçmalıktır… Cüneyt Hafız, ifade özgürlüğünü barışçıl bir biçimde kullandığı için hapsedilen bir düşünce suçlusudur… Dini değerlere hakaretle ilgili Pakistan yasaları muğlâk ve alabildiğince geniş uygulanabilecek, özgürlükler üzerinde baskı kuran maddeler içermektedir. Yetkililer bu yasaları vakit geçirmeksizin yürürlükten kaldırmalıdır.”
İdam kararının ardından Pakistan İnsan Hakları Komisyonu (HRCP) kısa bir açıklama yayınlayarak kararı üzüntü ile karşıladıklarını, Hafız’a yöneltilen suçlamaların hukuk dışı baskı ve zorlamalara dayandığını, kararın üst mahkemeden döneceğine inandıklarını belirtti.
Lahor’da hastane basan, doktor döven avukatlar
“Bu ahval ve şerait içinde”, yargının bir diğer kanadını oluşturan Pakistanlı avukatlar ne yapıyor, kısaca bir göz atalım. Anlattığımız gibi, savunma hakkını savundukları için canından olan avukatlar var. Ama 11 Aralık’ta Lahor’da yaşanan bir olay mesleğin saygınlığına gölge düşürdü. Kuşkusuz tekil olaylarla genellemeye gidilmez. Ama olay 200 kadar avukatın topluca giriştiği bir şiddet olayıysa, en az 66. paragraf kadar önemli olmalı.
Bir avukat annesini muayene için Lahor Kardiyoloji Enstitüsü’ne götürür, yeterince ilgilenilmediği gerekçesiyle doktorlarla tartışır. İş büyür, 20 kadar avukat toplanır gelir meslektaşlarını güç kullanarak savunur, doktorlara ve diğer hastane görevlilerine saldırır, döver, belki de dövülürler. Sonunda yetkililer araya girer, tarafları barıştırır.
Neredeyse her gün bir doktorun veya sağlık görevlisinin saldırıya uğradığı bizim gibi bir ülke için pek de olağandışı bir olay değil diyebilirsiniz. Ama olayın devamı var. Sosyal medyada bu olayla ilgili olarak genç bir doktorun avukatlarla dalga geçtiği bir video dolaşmaya başlar. Lahorlu avukatların kendileriyle dalga geçilmesini hoş görecek halleri yoktur. Bu kez daha kalabalık bir grup halinde toplanır ve gider Kardiyoloji Enstitüsü’nü basarlar.
Avukatların tamamı mahkemeye gider gibi giyinmişlerdir. (Pakistan’da avukatlar artık peruk takmıyor, galiba cüppe de giymiyorlar. Ama her nedense hepsi siyah takım elbise, beyaz gömlek giyiyor, siyah kravat takıyor.) Ellerinde sopalar, bazılarının bellerinde tabancaları, sloganlar atarak hastaneye saldırırlar. Hastanede cam çerçeve bırakmazlar, görevlileri döverler, sağlık donanımını parçalarlar. Havaya ateş açarlar. Kendilerine engel olmaya çalışan bir eyalet bakanını döverler. Polisle çatışmaya girerler, polis araçlarını tahrip ederler. Doktorlar canlarını kurtarmak için hastaneden kaçmaya çalışır. Bu arada hastanede tedavi görmekte olan üç hasta ölür.
Lahor’da yaşanan olay medyada geniş tepkilere yol açtı. Ülkenin en çok izlenen kanallarından Geo TV’de olayı yorumlayan haber sunucusu şöyle diyordu: “Bu avukatların gerçekleştirdiği ilk şiddet olayı değil. Pakistanlılar yıllardır buna benzer olaylara tanıklık etti. Vatandaşlara saldırdılar, polislerle çatışmalara girdiler, yargıçlara el kaldırdılar, mahkeme salonlarını tahrip ettiler. Ama bu son olay bütün sınırları aştı.”
Pakistan’da avukatların militan bir yapısı var. Bu militanlıklarını Müşerref’in istifasını istedikleri sokak çatışmalarında doğru yolda kullanmışlardı. Lahor hastane baskını için aynı şeyi söylemek herhalde mümkün değil. Bir mesleki deformasyon vakası diyebilirsiniz. Konumlarını fazlasıyla abarttıklarını, şiddetin yaygın olduğu bir toplumda kendilerini kabul ettirebilmek için onların da şiddet yoluna başvurduklarını söyleyebilirsiniz. Ne derseniz deyin, endişe verici bir durum.
Gördüğünüz gibi, Pakistan’dan aktardığımız haberler pek de iç açıcı değil. Ama köşe yazarlarımızın, akademisyen dostlarımızın Pakistan’la ilgilenmesinde yarar var. Sosyal bilimciler, siyaset bilimciler için Pakistan’ın zengin bir laboratuvar olduğunu bir kez daha hatırlatayım. Ayrıca ülkenin ikinci resmi dilinin İngilizce olması kaynaklara doğrudan ulaşımınızı kolaylaştırıyor.
Bu arada dikkat etmişsinizdir, ortalıkta “Peşaverleşme” sözleri dolaşmaya başladı. “Türkiye Peşaverleşiyor mu?” diye soruyor bazı köşe yazarları. Böyle değerlendirmelerden dolayı ve kendi geleceğimiz açısından Pakistan’da olup bitenleri daha dikkatle izlemek yararlı olacaktır. (AŞ/ AS)
(1) http://bianet.org/bianet/siyaset/102826-pakistanlilar-muserref-i-koseye-kistirdi
(2) http://bianet.org/bianet/dunya/105137-pakistan-da-genel-secim-ve-sonrasi
(3) Türk Ceza Kanununun 216/1 maddesi böyle davalarda 6 aydan bir yıla kadar hapis cezası öngörüyor.
(4) http://bianet.org/biamag/insan-haklari/213965-pakistan-masal-ve-kandil-in-basina-gelenler
(5) Benzeri bir davada Asiye Bibi idama mahkûm edilmiş. 8 yıl hapiste bekledikten sonra üst mahkeme kararı ile beraat etmişti. Halen Kanada’da yaşamaktadır. Asiye’yi hapiste ziyaret eden Pencap Eyalet Valisi Salman Tasir, bu konudaki girişimlerinden dolayı kendi koruması tarafından öldürülmüştü. Bknz. http://bianet.org/bianet/dunya/127030-asiye-yi-kurtarmak-istemisti-canindan-oldu