Adıyaman E Tipi Hapishane’den mektup arkadaşım Yılmaz Demir’le mapusluk hallerine dair çok değişik konularda sohbet ediyoruz.
Kıdemli bir mahpus O!
Hem de 20 yıl boyunca aynı hapishanede, hatta aynı koğuşta kalmış bir tutsak.
2012 Kasım’ında 2012 Kasım’ında 20 yıl buyunca kaldığı Adıyaman E Tipi Hapishane’den Kırıkkale F Tipi Hapishane’ye sürgün sevkle getirildiler.
Yirmi yıl sonra yaşadığı bu durumun yaşamını ve duygularını nasıl etkilediğini yazmasını istemiştim.
Mektup dün geldi.
“Yolculuk” adını verdiği 12 Kasım 2012 tarihli güncesinde bir sayfayı paylaşmış yamam için.
Okuyunca mektubu, 20 yıl boyunca hapishanesinde kaldığın bir kentten ayrılmanın zorluğunu hissettim.
Öyle ya, 20 yıl boyunca bir kentte yaşayacaksın; ama ne sen o kenti tanıyacaksın, ne de o kent seni tanıyacak.
8 Kasım 2012 Perşembe sabahı hapishane önündeki ringlerden biri Kandıra, diğeri Kırıkkale’ye götürecekleri yolcuları bekliyormuş.
Yılmaz Kırıkkale ringinin ön bölümüne Yaşar, Şehmus ve Faik hevalleriyle yerleşmiş.
Arka bölme de Cengiz, Menaf ve Mahsu(n)m bindirilmiş.
Tutsakların ring yolculuğunun nasıl bir yolculuk olduğunu tahmin edebilmeniz için, adına Sultan dedikleri o muhteşem (!) aracı tanımanız gerekir.
19 santimlik karışımla eni yedi boyu: 105 karış olan iki kutucuktan oluşur ring.
Yani bir yarım otobüs büyüklüğündeki arabanın içerisinde iki adet hücre gibidir bu kurucular.
Her birinde üçerli iki sıra sert oturaklar bulunur.
Kısacık yolculuklarda bile o daracık oturaklar arasında bacaklarınız uyuşur, onları azıcık da olsa uzatabileceğiniz, daha doğrusu şöyle sere-serpe oturabileceğiniz bir olanağa sahip olamazsınız bu hücrede.
Bu hücreye altı kişi konulduğunda, 10-15 dakikada mekânda oksijen sorunu başlar.
Ayrıca sevk esnasında tutsakların eşyaları da bu kutu hücrelere konulur.
Öyle bir durumda ayaklarınızı ve poponuzu koyacak “doğru düzgün” bir yer bulabilirseniz, kendinizi çok şanslı sayabilirsiniz.
Her bir kutucukta bire iki karış ebadında bir pencere bulunur.
Bir de kamera takılıdır bu kutucuklarda.
Aracın önünde oturan komutanlar yol boyunca ekranda hücredeki tutsakları izlerler.
Hapishane avlusunda ring hareket ettiğinde hepsi bir komut verilmiş gibi saatlerine bakmış.
Vakit sabahın 06:3,0’u imiş.
O koca demir kapıyı geçip sokağa çıktığında ring, Yılmaz da 20 yıllık Adıyaman defterini toptan kapatmış.
Çünkü o hapishaneye sadece adli tutukluları koyacaklarmış.
İnsan bir hapishaneyi ardında bıraktığında iki farklı duyguyla çarpar yüreği:
Yolu sokaklara, özgürlüğe açılan hapishane kapısından bam başka duygu seline kaptırmış bir ruh haliyle çıkar her tutsak.
O yola bir ring içerisinde, elleri kelepçeli çıkılırsa şayet ve bir de o yol memleketin bir başka köşesindeki F Tipi hapishaneye uzanıyorsa eğer; o vakit duygu dünyasında esen rüzgârlar da başka olur.
Yılmaz 20 yıl boyunca yaşadığı Adıyaman’da ayrılışını mektubunda şöyle anlatmış:
“Yirmi yıllık süreç bana çok şey öğretti. Büyük bedellerle elde edilen değerler, bana her zaman güç ve moral vermiştir. Yaşanan acılar ise, hep yüreğimi kanatmıştır. Bu bağlamda bizleri ayakta tutan Bilge’nin öğretisi, yıldızlaşan yoldaşların fedai ruhu ve fedakâr halkımızın her koşul ve şartta mücadelesine sahip çıkmasıdır. 20 yıl kaldığım mekândan ayrılırken yaşadığım duyguları tarif etmek zor. Öncelikle ülke topraklarından koparılıyoruz. Bazen yaşanan duyguları yazıya dökmek kolay değil. Belki de ben bu konuda beceriksizim.”
Sabahın dondurucu soğuğunda ring yol alırken Şehmus’un:
“Sokaklarda kimse yok” sözüne “sabahın köründeyiz” hatırlatmasını yapmış Yılmaz.
Öyle ya, kim bilir onları gecenin kaçında kaldırmışlardır sevke gidiyorsunuz diye.
Hazırlanmak, geride kalanlarla vedalaşmak, eşyaların taşınması ve işlemler hali zaman alacak işler.
Bir de insan hapishanede güne erken başlayınca, tüm insanların güne erken başladığını sanıyor.
Oysa bir kış günü Adıyaman gibi küçük bir şehirde o saatte insanların sokakta olabilmesi için nasıl bir gerekçeleri olabilir ki?
Sabahın o saatinde Adıyaman sokaklarının sessizliğe bürünmesini Yılmaz “Belki de sürgün edildiğimizi protesto ediyorlar!” diye yorumlamış!
Yirmi yıl boyunca kaldığı kentten ayrılırkenki duygularını “garip bir duyguya kapılma” hali olarak adlandırmış ve “Sanki 20 yıl kaldığım cezaevinde yaşama dair her şey dondurulmuştu.20 yıl kaldım ama hiçbir zaman zindana alışmadım, alışamadım,” diye yazmış.
Sessizliğe bürünen şehrin sokaklarını bir tanıdık gözüyle izlemiş.
Kapalı dükkânları, dikkat çeken vitrinleri, kocaman tabelaları, topraktan yapılmış evlerin, binaları ringin penceresinden seyretmiş.
Tabi bir kişinin yirmi yıl boyunca bir kentte kalmasına rağmen o kentte yabancı olması hem gerip gelir, hem de acı verir insana.
“Dışarı çıksam ve ’20 yıldır buradayım’ desem kim inanır? Yüzüme bakan, ‘seni hiç görmedik’ der. Bazıları da ‘bu adam deli olmalı’ diye düşünür. Haklılar elbette… Ben bile 20 yıl Adıyaman’da kaldığıma inanmıyorum. Onlar nasıl inansın?”
Yılmaz da Adıyaman yıllarında öyle yapmış:
“Sevenlerin kalp atışlarını hissediyorum. Birçok evin sıcak sohbetine misafir olmuşumdur. Bazen çocuklarla sokakta, yağmur-çamur demeden top oynamıştım. Bazen yaşlı bir ananın bir parça ekmeğini beş hevalle paylaşmışım. Bazen bir kız çocuğunun hüznünde yitip gitmiştim. Bazen de ışıltılı bir gözle dağlara uzanıvermiştim…”
Ring o boğuk uğultulu gürültüsüyle Adıyaman sokaklarından geçerken Yılmaz da tanıdık yüzler aramış o boş sokaklarda...
Ve 20 yıl boyunca onları bırakmayan Adıyamanlı dostlarını sevgiyle anmış; onları hiçbir zaman unutmayacağını yazmış ve şöyle devam etmiş:
“Evler, binalar, bahçeler, inşaatlar. İnsanın yaşam arayışı, yaşamını idare etmek için çaba görülmeye değer. Etrafa bakıyorum; bazı evlerin bahçesindeki ağaçlar yapraklarını dökmüş. Bazı ağaçların yaprakları ise direnmeye çalışıyor.”
“Yeşilliği ağır basan sonbaharın alacalı renklerine bürünmüş bahçelerden geçiyoruz. Sabahın kendini hissettirdiği bu zamanda, her bir evin bahçesindeki meyve ağaçları gözüme çarpıyor. Yeşil bir örtü altında evler. ‘Neresi’ diye merak ediyorum. Tabelasına gözüm ilişti ‘Şambayat’ yazılı. İsmini duymuştum ama bu kadar güzel bir yer olduğunu bilmiyordum. Eğer bir gün çıkarsam, Şambayat’a gelmek isterim.”
Yıllar, hem de on yıllar sonra güneşin dağların ardından yükselişini seyretmişler.
Yol boyunca bağları, bahçeleri, meşe, zeytin ve fıstık ağaçlarını, köy evlerini, insanları, hayvanları seyretmişler.
Yirmi yıl sonra ilk kez ring o küçük penceresinden de olsa doğaya bu kadar yakın olmak harika bir duygu yaratmış her bir tutsakta.
“Güneş ışınları fıstık ağaçlarının mora çalan yapraklarına her vurduğunda, yağlı yapraklar parlıyor, gözalıyordu. Fıstık ve zeytin ağaçlarının kol kola verdiği ve kızıllaşan asma yapraklarının renk tonuna hayran kalmamak ne mümkün? ”
Yirmi yıl boyunca beton ve demirin o çirkin griliğine talim ettikten sonra, ringin o katlanılmaz sıkıntısına rağmen, bir süreliğine de olsa doğadaki o muhteşem renk cümbüşünü seyretmek hakikaten insanın içini bam başka duygularla doldurmaya fazlasıyla yeter.
“Öyle bir coğrafya ki” demiş Yılmaz:
“Yer yer sararan, yer yer kızıla çalan, moraran, yer yer yeşilimsi bir renge bürünen doğanın renk cümbüşünü seyrederken heyecana kapıldım. 20 yıl hep dört duvarın o gri renginde gözlerim asılı kaldı. Oysa doğada her türlü renk tonu mevcut.”
Her birinin dalıp gittiği ve kim bilir kimin hangi anılarda kulaç attığı bir anda Şehmus’un “anaaaa” diye bağırmasıyla irkilmişler.
Bir çoban ve önüne kattığı keçi sürüsünü görünce, Şehmus’un bol “a” lı “anaaaa” diye bağırışında haklı olduğunu anlamışlar.
Gerilla ile dağlar arasında derin bir aşk olduğunu okuduğum romanlardan ve buradaki tutsak gerilla kadınların anlatımlarından biliyorum.
Yılmaz da tutsak bir gerilla.
Açlık grevinde olduğu halde sevke götürülmesinin de katkısıyla bir ara kötü olmuş.
Arabadan indirmişler, elini yüzünü yıkamış, biraz hava almasını sağlamışlar.
Yeniden yola koyulduklarında:
“Dağları görünce biraz kendime geldim. Görkemli asi dağlar yükseliyor gökyüzüne. Seni kendine hayran bırakan dağlar. Binboğa dağları olmalı. Şehmus heval ‘Toroslar da olabilir’ diyor. Ha Binboğalar, ha Toroslar hiç fark etmez. Dağlar, derin olman vadiler, dağların eteklerinde dağınık duran çam ağaçları. Gri kayalıklar, bodur ağaçlar, rengi solmuş çiçekler. Gel de efkârlanma, gel de özleme dağları…”diye yazmış.
Dağlara dalıp gittiğinde, o anda aklından geçenleri de paylaşmış:
“Dağlar çok görkemli, stratejik. İçimdeki his her an dağdan bir özgürlük mücadelesini anlatacağını ve sonra da bizi alıp dağlara uzanacağımız hissine kapılıyorum.
Okurken ben de heyecanlandım.
Yılmaz’ın bunları düşünürken kalp atışları, damarlarında dolaşan kanının basıncı hayli yükselmiş olmalı!
Tam 20 yıl boyunca Adıyaman hapishanesini mesken edinmiş Yılmaz’a bu yolculuk hayli ağır gelmiş.
Mektubunu okuduğumda Yılmaz’a ağır gelenin bu yolculuktan ziyade Adıyaman’dan ayrılmak zor gelmiş diye düşündüm.
Kentler de ardımızda bıraktığımız, bırakmak zorunda kaldığımız sevdiklerimiz gibidir.
Ol sebepten Yılmaz’ın “Yolculuk” anısını bir ayrılık öyküsü olarak okudum ve paylaşıyorum…(FE/HK)
Not: Kankam Robin’in benim için yaptığı resmi paylaşmak istedim. Yine anne-baba ve çocuk resmi yapmış Robin… Ve bu defa sevgilimle beni kucak kucağa çizmiş. Akocan’ı öbür uca yapmış. Hamdiye “oğlum neden böyle çizdin” diye sorunca da “Ee onlar sevgili” demiş ufaklık…(Füsun Erdoğan, 25 Mayıs 2013, Gebze Kadın Kapalı Hapishane)