Rüyâbank’ı okurken kafamda beliren ilk soru “Dile kolay yirmi dört yılını hapishanede geçiren biri, bugünün dünyasını nasıl dışarıdaymışçasına anlatabilir?” oldu. Şaşırtıcı ve hayranlık uyandıran noktası ise, Aram Yayınları’ndan çıkan “Anlam Pazarı” isimli öykü kitabıyla bu kitabı birlikte düşünmekti. Ahmet Bilge Anlam Pazarı’nda “anın ve hakikatin görülüp anlaşılabilmesi adına, önce tarihin doğru okunup anlaşılması gerektiği” düşüncesinden hareketle, kurgusu sağlam, eğlenceli ve çarpıcı on bir öyküsüyle ezberleri bozmaya, tabuları yıkmaya çalışmıştı.
“Anlam Pazarı’ndaki Öykülerin hemen hepsi, insanda, çok önemli bir sırra erişme hissi uyandırıyor, başka bir ifadeyle, insanın güçlü, köklü inançlarının, yerleşik zan ve kanaatlerinin çoğunun, aslında birer yanılgıdan, kandırmacadan ibaret olduğunu etkili bir biçimde gösteriyor.”
Rüyâbank’taki on beş öykünün de, Anlam Pazarı’ndaki on bir öyküde olduğu gibi, ortak bir paydada buluştuğunu görüyoruz. Ama bu defa öyküler dünde değil, bugün ve yarında… Evet, bugünlerde ve yarınlarda… Gerçekten şaşırtıcı değil mi? Tam yirmi dört yılını hapishanelerde geçiren bir insanın bugünü, içinde yaşar gibi çözümleyebilmesi, dahası, eleştirel bir yaklaşımla bunları öykülerinde işleyebilmesi… Gözlem imkânından yoksun bir öykücü için, hayranlık uyandıran bir beceri ve gayret olarak not etmekte fayda bunu. Dahası, okuyucuya “Hangimiz içerideyiz?” diye sordurabilir bu kitap.
Her öyküden sonra okuyucunun kafasına soru işaretini adeta bir kanca gibi saplıyor Ahmet Bilge. Çünkü her öyküyle bir şey anlatmayı dert edinmiş, bu belli… Ve öykülerinde karikatüristliğini de sezmemek mümkün değil. Öyle ki bazen öyküyü tek bir cümleyle kilitleyebilmiş.
“Çığ” isimli öyküsünün son cümlesi olan “Suçlu bulunamadı” cümlesi, okuyucuyu felsefenin kucağına bırakıyor, okuyucunun bundan kaçması mümkün değil. Bunu üslubundan kurgusuna, akıcılığından yalınlığına her şeyiyle, etkileyici bir şekilde yapıyor.
Kitabın benim için dikkat çekici öykülerinden bir tanesi “Sera” isimli öyküsü… Okuyucuya bilim-kurgu filmi izleme keyfi yaşatırken, kapitalist modernitenin toplum için aslında bir soykırımı ifade ettiğini, insanı insan yapan metafiziğin (insanın inanç, ahlak ve politik özelliklerinin toplamı olarak) nasıl hiçe sayıldığını anlatan bu öykünün kahramanları ise ceninler… Evet ceninler…
“Sülük ile Muhabbet” isimli öykünün kahramanları öykünün adından malum… Emekten, topraktan, doğadan kopmuş insanların aslında birer sülük olduğunu, bir sülük, alaycı diliyle anlatıyor.
“Kitaplığın Sırrı” adlı öyküde, inançların, ideolojilerin, siyasetlerin hakikat savaşını anlatıyor Ahmet Bilge, kitapların kitaplıktaki kavgalarıyla, kitapların dilinden…
***
Öykülerin tamamından bahsedip zaten kısa olan öykülerden alacağınız keyfi kaçırmak istemiyorum. Bu yüzden Ahmet Bilge’nin öykücülüğü hakkında birkaç söz söyleyerek bitirmek isterim:
Kendisi gibi ömrünün yarısını hapishanelerde geçirmiş başka arkadaşların da öykülerini okudum. Çoğunda onların yaşadıklarının bariz izleri vardı ki arkası, yani ikinci bir öykü kitabı gelmiyordu çoğunda. Ama Ahmet Bilge’nin tarzıyla, kurgusuyla, yaratıcılığıyla “farklı” olduğu daha ilk kitabından belliydi. Onunla birlikte, fark yaratanlar arasında Rojbin Perişan, Murat Türk, Kadri Alkoç ve Gülazer Akın’ı saymazsam, onlara haksızlık etmiş olurum.
Ahmet Bilge’nin öykücülüğünün, bir öykücü tarafından irdelendiği bir yazıyı okumayı Anlam Pazarı’nı okuduktan sonra da çok istemiştim ama şu anki kadar değildi. Başta da ifade etmiştim ya, iki kitabın farklı zaman ve karakterlerle kurgulanırken ortak bir paydada buluşturulması hayranlık uyandırdı bende. Bu yazı vesilesiyle bir öykücünün dikkatini Ahmet Bilge’nin öykülerine çekebilirsem ne mutlu…
Bilge’nin kitaplarına internette ufak bir gezintiyle ulaşabileceğinizi söylemeye gerek yok, değil mi? :) (ba/hk)