Geriye dönüp baktığımda, arkadaşlığımızın üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçti, az değil. O yıllarda memleketin surlu şehrinin surlarının dışına taşalı henüz birkaç on yıl olmuştu.
Biz ise hala Hasırlı Mahallesi'nde, namı diğer Gâvur Mahallesi'nde oturuyorduk, Mardinkapı ile Balıkçılarbaşı arasında.
Eski ve bazalt taşlı avlulu evimizin Kürt, Türk, Ermeni, Süryani, Arap komşuları vardı. Muhabbetimiz de iyiydi. Evlerde pişen her şeyin tadı, lezzeti ve kokusu, çocukluğumuzun çığlıkları ile sokakta birbirine karışıyordu.
Cumhuriyet İlkokulu, şehrin sayılı birkaç ilkokulundan biriydi. Tıpkı komşuluk ilişkimiz gibi okul arkadaşlığımız da öyleydi. Etnik kimliklerimiz, bizler farkında olmadan okulda da birbirine karışmıştı.
Beytullah Güneri, namı diğer Beytocan, okul arkadaşlarımdan biriydi. Sesi güzeldi, güzel şarkılar söylüyordu. Bu nedenle öğretmenler her fırsatta ona şarkı söyletiyordu.
Beytullah'ın babası, dindar biriydi ve Şeyh'ti. Silvan'dan gelip Diyarbakır'a yerleşmişlerdi.
O yılların ve öncesinin eski Diyarbakır'ında Abbas'ın Parkı denilen bir mekân vardı. Bu mekân aslında bir kahvehaneydi, ama mekanın önünde birkaç ağacın gölgesini düşürdüğü, yoldan biraz yüksekteki seki gibi bir ön avlusu vardı, bu yüzden "park" olarak adlandırılıyordu.
Müziğin sesiyle dünyaya seslendi
Beytullah'ların evi, bu parkın hemen yan sokağındaki Kamışlı Ziyaret'in yanı başındaydı. Çocukluğumdan hatırladığım kadarıyla Beytullah'ın şeyh babası, şarkı söyleyen oğluna kızardı. "Günah, söyleme" derdi, ancak Beytullah inatla söylerdi.
Uzun yıllar sonra fark ediyorum ki, çocukluğumuz içimizde büyümüş. Bugün tekrar onca yılı zaman sarmalı gibi sarmaya çalıştığımızda, bizi birbirimize bağlayan, var eden ve büyüten şeyin çocukluğumuz olduğunu anlıyorum.
Arkadaşım ve artık sanatçı kimliği ile ünlenen Beytocan, hatta son telefon görüşmemizden birinde "mahkeme kararıyla adım artık Beytocan" demişti.
Beytocan, 1980'lerin başında Diyarbakır'daki beş numaralı zindanın zor zamanlarında altı yıl hapis cezası aldı ve ardından 23 yıl süren İsveç sürgününü yaşadı.
İşte o sürgün yıllarında, arada bir beni İsveç'ten arardı. Bir keresinde şunları söyledi: "Bir projem var. Mademki hala ülkeme, ata topraklarıma dönemiyorum, gelemiyorum. O halde müziğin diliyle dünyaya nam olacak bir işle gelip ses vereyim. Dünyanın sayılı müzisyenlerini devasa bir orkestra ile bir araya getireyim. Sonra uçak İsveç semalarından havalansın ve Türkiye'nin, Kürdistan'ın, Amed'in üzerinden geçerken uçakta bir konser yapalım. Sesimiz böyle duyulsun."
İşte böylesine hayal gücü sınırsız bir sanatçıydı.
İsveç sürgünlüğünü geride bırakıp on yıl kadar önce (2014) ülkesine, toprağına ve evine dönmüştü. Uzunca sohbetlerimiz olmuştu.
Güle sormuşlar "Niye gülsün, neden sana gül diyorlar!" Gül demiş ki, "Onu bana değil, bana 'gül' diyenlere sorun."
Bu minvalde Beytocan, "gül, kendi toprağında açar" diyordu ve buna Cegerxwîn'i örnek gösteriyordu. Ama kendisi de biliyordu ki hasretliğin adı ancak "Te gulekî bê baxçeyî*" olarak konulabilirdi.
Diyarbakır mahpusu beş nolu zindanın zor yıllarında Beytocan'ın annesi ünlü bir alim hoca ziyaret etmiş ve oğlunun ne zaman hapishaneden çıkabileceğini sormuş. Bilge bilici, "inşallah lawê te mehê gulanê derkeve" demiş. Anne, hapishaneye gidip oğluna demiş ki, "pirs kirim, seyda got inşallah serê gulanê tu ê derkevî derve.**" Beytocan'ın ifadesiyle, hocanın öngörüsünün üzerinden altı yıl geçmiş ve ancak o zaman hapishaneden çıkmış.
Beytocan'ın mahpus yıllarının ikinci Mayıs’ında yazdığı bir şiir vardı. Bir kıtasını paylaşmıştı ricam üzerine:
"Sormuşlar derdimi bir ulemaya,
Aşkın dergâhında mürittir demiş.
Sevmenin bedeli hasret olunca,
Hasrete dayanmak ilimdir demiş."
Beytocan, tarz yaratmış bir sanatçıydı. Okuyuşu, duruşu, sahnedeki bilge tavırları ve kelimeleriyle bir arif gibiydi. "Agir ketîye dilê min, rinda min, dinya fanî, Dîyarbekr mala min" gibi parçaların söz yazarı, bestecisi ve yorumlayıcısıydı.
Orhan Gencebay, Selami Şahin gibi saz ustalarıyla eşitler arasındaki arkadaşlıklar yaşamıştı. Bir gün bir gazeteci Gencebay'a sormuş: "Size sazın tarifini sorsam ne dersiniz?" Gencebay "Bu soruya Beytocan cevap versin" demiş. Beytocan anında cevabını yapıştırmış: "Sen ona yalan söylemezsen, o sana asla yalan söylemez."
23 yılın ardından Diyarbakır'a ilk ayak bastığında hissettiği duyguları sormuştum. "Memleket kokusunu içime çektim. O kokuyu hissedince anladım ki insan uzakta yazıp söyleyince kelimeler eksik kalıyor, yetmiyor, kifayet etmiyor" demişti.
Beytocan bir parçasında şöyle der:
"Beytocan im, can bêmal e
Qeder kor e, felek lal e
Dil secde bu, ev çi hal e
Ma ne bes e yar…***"
Evet, edî bese, edî bese****. Adının dahi ölümlere, hapishanelere, sürgünlere sebep olduğu bir ülke gerçekliğinden söz ediyoruz. Dünyanın gerçekten adıyla müsemma bir ülke gerçekliğine ihtiyacı olduğu zamanlarda Beytocan, ülkesine dönmüştü.
Müzik okulu projesi vardı düşüncesinde. Çalıştı, çabaladı. Benim de ufak müdahalelerimle görüşmeler yaptı. Mümkün olmadı, tekrar uzak, yabancı ve sürgünlük yıllarının öbür topraklarına döndü.
Ve bu gerçekleşememiş arzusunun içinde göğe eren kor haliyle hep sanatın ve sanatçının sahipsizliğinden söz ettiği dili döndükçe! Ve bu sebeple Mehmet Aslan çok doğru olarak "Siwarê Hêstan" benzetmesini Beytocan'a yapıyor bir yazısında.
Bir süredir hastaydı. Ağır ameliyatlar geçirdi. Buna rağmen direncini hiç kaybetmedi. Doktorlar "artık yapacak bir şey kalmadı" deyince eve çıkmıştı.
Yakın günlerdeki son telefon görüşmemizde, tıpkı Mehmed Uzun'un dönüş kararı gibi Diyarbakır'a gelmek istediğini söylemişti. "Gel", elimizden geleni yaparız demiştim. Mümkün olmadı, gelemedi.
Kahrolası zalim felek bizi uzaklaştırmıştı. O gelemedi. Ben ise yurt dışı yasağı nedeniyle epeydir çıkamıyordum.
Belki de bu nedenle Beytocan olmuştu, bu kadar dile getirdiğimiz nedenle. "Zemzem suyunu, kewser şarabını bile artık içmem. Kürt kanıyla sarhoş olan sultanlar hüküm sürdükçe" diyor, demeye getiriyordu.
Galiba Beyto çok haklı. Kan döküldükçe, yine Beyto'nun dediği gibi:
"zeman xirab însan bêbext, pir bêbext
Me difroşin êdî bes e, nema wext...****"
Bestelediği ve söylediği hemen her şarkıda memleket vardı. Onun için "Dîyarbekir mala min…" derdi. Ama eminim, içi ezilerek uzak ve soğuk sürgün topraklarında defnedilmeyi vasiyet etti. Çünkü biliyordu ki onun gibi bir sürgün, Nureddin Zaza'nın yıllar önce söylediği gibi her zaman yalnızdı...
Ruhu şad olsun, Beytocan'ım, güzel arkadaşım.
(ŞD/EMK)
*"Sen bahçesiz bir gül gibisin"
**"Sordum, şeyh dedi ki, umarım güllerin tepesine çıkarsın."
***"Ben Beytocan'ım, canın yok Çok acı, kader sessizdir Kalp secde ediyor, ne durumda evimiz Artık ne yapalım yarım..."
**** Artık yeter
**** "Zaman zalim, insanlar şanssız, Çokça acı çektik, artık zaman yok..."