Mizgin Müjde Arslan'ın adını, birkaç ay önce "KCK operasyonu" denilen ve içinde "Kürt" kelimesi geçen her şeye saldıran o paranoyak soruşturmanın kurbanlarından biri olarak duymuştuk. Daha önce "Rejisör: Atıf Yılmaz" "Kürt Sineması: Yurtsuzluk, Sınır ve Ölüm" ve "Yeşim Ustaoğlu: Su, Ölüm ve Yolculuk" gibi kitapların editörlüğünü yapan bu genç sinemacı, savcılıktaki sorgusunun ardından serbest bırakıldı.
KCK soruşturmasında "delil" olarak incelenen şeylerden biri de Arslan'ın çektiği ve 31. İstanbul Film Festivali'ne yetiştirmeye çalıştığı "Kayıp Mezar" adlı filmdi. Bu filmde Mizgin Müjde Arslan, o birkaç aylıkken "gerilla"ya katılan babasının ve onun kayıp mezarının izini sürüyordu.
Arslan'ın, serbest bırakıldıktan sonra tamamladığı filmi "Ben Uçtum Sen Kaldın" adıyla festivalde prömiyerini yaptı. Aslında tam anlamıyla bir film değil bu. Daha çok ham malzemelerin kurgulanmasından ibaret bir belgesel. Türkiye'nin öteki yakasını ve öteki yakanın acılarını, öteki yakadan insanların gözüyle gösteren bir belgesel.
Arslan babasını ve kendi geçmişini tanımak için bir yolculuğa çıkmış, bir yol hikâyesi, bir yüzleşme hikâyesi yaratmak için. Sonra topladığı görüntüleri bir senaryoya çevirmek isterken, bundan vazgeçip, sadece bu "ham malzeme"yi kurgulamaya karar vermiş. Gerçekle yaşadığı birebir yüzleşmeyi aktarmış. Yani aslında "Ben Uçtum Sen Kaldın" bir filmin yapılma hikâyesinden oluşan bir belgesel. Mardin'in bir köyünde yaşanan travmaları kayda geçiren bir belgesel.
Arslan hiç görmediği babasının hikâyesindeki ve kendi kimliğindeki boşlukları tamamlamak için Mardin'de doğduğu köye doğru bir sözlü tarih yolculuğuna çıkıyor. "Babam nasıl biriydi" sorusuyla başlayan soruşturma, onu babasının öldüğü "Mahmur" kampına götürüyor. Bu kişisel soruşturma, bütün hazır algı ve perspektifleri sarsan alternatif bir tarih yazımına dönüşüyor. Türkiye'nin Batı yakasından "terörist" olarak damgalanan babasının hikâyesi, onu tanıyan ve sevenlerin gözünden anlatıldığında bütün kodlar ve önyargılar sarsılıyor.
İnsanın kendi hikâyesini kendisinin anlatamaması ve başkalarının ötekileştirici / canavarlaştırıcı bakışına maruz kalması herhalde dünyadaki en büyük musibetlerden biridir. Toplumda marjinalleştirilen, ötekileştirilen, hakim ideolojinin bakışına hapsedilen insanlara kendi hikayesini anlatma fırsatı vermesi bakımından, eleştirel belgeseller ve filmler çok önemli; belki de tek kutuplu hakim söylemi kırmanın ve oraya başka "söylemler" eklemenin en iyi yollarından biri. Hakikat denilen muammayı tekelinde tutmak isteyen iktidar elbette hakikat çeşitliliğini yok etmek ve kendi hakikat kurgusunu herkese dayatmak istiyor.
Foucault'nun dediği gibi, "İktidar gerçekliği üretir... hakikat ritüellerini üretir." Bu yüzden her ülkenin kendi hakikat ritüellerine ters düşen "teröristleri" vardır. Amerika Irak'taki isyancılara "terörist" der, İsrail Filistinli direnişçilere "terörist" ilan eder vs...
Peki bu "teröristler" ne ister? Kimdirler? Uzaydan kötülük yapmak için dünyaya inmiş şeytani mahlûklar mıdır bunlar? Bu sorular, hakim ideolojinin epistemolojisine girmez, girerse, bir bakıma, ontolojik konumları sarsılır.
Arslan'ın "ham görüntüler"den oluşan filmi işte bu ontolojik konumu sarsıyor. Filmin bir sahnesinde eşi, "Kızıl Kemal" kod adıyla anılan Ahmet Arslan'ın dağa çıktığı geceyi anlatıyor.
Aşağı yukarı şöyle bir şey: Defalarca göz altına alınan Ahmet Arslan bir gece evden alınmıştır, şuurunu kaybedinceye kadar dövülmüş, bütün ayak tırnakları sökülmüştür, sonra evine eşinin ve çocuğunun yanına dönen Ahmet, "Beni bir daha alırlarsa, öldürecekler" diyerek ailesini terk edip, kendi "özgürlük mücadelesi"ne başlamıştır.
Ahmet Arslan eğer dağa çıkmasaydı, muhtemelen Güneydoğu'daki binlerce "faili meçhul" vakadan biri olacak, yapılan kazılardan kemikleri çıkacaktı belki de. Mardin'de köyde oğlunun hatırasını hala buruk ama hoş bir sedayla hatırlayan annesi de bugün belki Cumartesi Anneleri'nden biri olacaktı. Bu yara ve travma o kadar büyük ki, uygulanan şiddetin dökümü yapılsa Goya'nın insandaki kötücüllüğü sergilediği "Kara Tablolar"ından çok daha karanlık bir tablo çıkar ortaya.
Ama Arslan filminde bunu yapmıyor, mağduriyetini sergilediği insanların gündelik hayatlarındaki küçük sevinç anlarını da sergiliyor. Mahmur kampında dolaşırken, sadece acıklı hikâyeleri değil, sebepsizce ortalıkta koşan hınzır çocukların enerjisi ve mutluluğunu da kayda geçiriyor.
Babası öldükten sonra katatonikleşen ve ağır anti-depresanlar eşliğinde günden güne çöken halasını gösterirken, yüzünde bir an beliren o saf sevinci de gösteriyor. Acıya odaklı bir film değil bu, daha çok o acıyı çekenlerin içini biraz rahatlatacak, onları görünür kılacak bir film. Belki de filmin ilk adının "Kayıp Mezar" iken sonra "Ben Uçtum Sen Kaldın"a çevrilmesinin nedeni de budur. Bu sözü Ahmet Arslan, dağa çıktıktan sonra annesine söylemiş, "Ben uçtum sen kaldın." Filmde konuşan annesi de bunu yüzünde buruk da olsa bir gülümsemeyle hatırlıyor. Bu kadar acı bir tablodan gülebilmek, iktidarın sırf acıyı layık gördüğü insanların hala hayatta olduğuna işaret ediyor. Orada hala bir ışık var gibi. Arslan işte o ışığı buralardaki perdeye yansıtıyor.
İnsanların kendi hikâyelerini anlatamaması, başkalarının temsil şemalarına maruz kalması, aslında çok ciddi bir kimlik politikası sorunu doğuruyor. Bu ülke maalesef tarihi boyunca kendi kimlik çeşitliliğini bir Türk-İslam sentezinde, Benedict Anderson'ın bahsettiği "hayali cemaat" kurgusunda boğmaya çalıştı. Bu kurguya sığmayan parçalar, fiziksel şiddetle ve ideolojik hamlelerle yok edilmeye ve yok sayılmaya çalışıldı. İşkencenin yetmediği yerde, resmi ideolojiyi zerk edecek bir bellek ve algı operasyonu uygulandı; medya ve resmi tarih bu işe yaradı. Şimdi Mizgin Müjde Arslan gibi sinemacılar bu algı oyununa kendi hikayelerini ve alternatif algılarını dahil ediyorlar: Buyurun bir de buradan bakın hanımefendiler, beyefendiler.
Mizgin Müjde Arslan'la benzer konumda duran bu sinemacılar ayrı bir yazının konusu olabilir ama sadece birkaçını hatırlayalım. Filmin yapımcısı Hüseyin Karabey, mesela, benzer bir yolculuk hikâyesini 2008'de "Gitmek: Benim Marlom ve Brandom"da anlatmıştı. İstanbul'dan Kuzey Irak'a uzanan bir aşk hikâyesi aracılığıyla doğunun görünmeyenlerini görünür kılmıştı. Özcan Alper de Gelecek Uzun Sürer'de ağıt toplamak için bir yolculuğa çıkan etnomüzikolog Sumru'nun hikâyesi üzerinden Güneydoğu'da yaşanan ve ağıtların malzemesini oluşturan vahşeti gözler önüne sermişti. Bu "ötekilerin hikâyesini ötekilerin gözüyle anlatan" filmler listesine Sedat Yılmaz'ın Diyarbakır'da 90'larda Kürtlere reva görülen bütün vahşeti yaşayan Özgür Gündem muhabirlerinin hikâyesini anlattığı Press'i ve Özgür Doğan ve Orhan Eskisoy'un bir öğretmeninin bir Kürt köyünde yaşadıklarını, Kürtleri canavarlaştırmadan anlatan İki Dil Bir Bavul'unu da ekleyebiliriz.
Bütün bu filmler hakim söylemde ve yekpare resmi ideoloji duvarında delikler açan birer hafıza kürü ve karşı-söylem hamlesi gibi. Şöyle bir temenniyle bitirelim: Bu duvarda daha çok delikler açılsın ve monologun yerini sadece diyalog da değil, bütün seslere açık bir "multilog" alsın. Kimsenin gerçeği diğerininkini katletmesin. (AE/HK)