"Behzat Ç'ye Bir Ödül Yeter, İki Ödül Fazla Gelirdi"
İlk önce polisiye bir romandı Behzat Ç, ardından ikincisi geldi. İkinci roman Son Hafriyat yayınlandıktan birkaç yıl sonra bir televizyon dizisi olarak "fenomene" dönüştü. Aslında sinema filmi olarak düşünülen daha sonra dizi olarak gördüğümüz Behzat Ç, iki sezon arasında sinema filmi olarak çıktı karşımıza, hatta Altın Portakal'da yarıştı. Behzat Ç'nin yaratıcısı Emrah Serbes'le romanı, diziyi, filmi ve sonuçlarıyla tartışma yaratan Altın Portakal Film Festivali'ni konuştuk.
Bu yıl Altın Portakal'da jüriler kadınlardan oluşuyordu. Jürinin kadınlardan oluştuğu bir festivalde Behzat Ç'nin yarışmasında ironik bir durum vardı, Erdal Beşikçioğlu da en iyi erkek oyuncu ödülünü aldı, daha fazlasını bekliyor muydunuz, mesela senaryo ödülü açıklanırken içinden geçti mi bir an da olsa...
Ben aslında festivalde yarışmış olmaktan memnunum. Biz geniş kitlelere ulaşsın diye bir film yaptık, festivaller aslında bu mantıkla yürümüyor ama biz de yarıştık ve festivalden umutlu döndük. Behzat Ç'ye bir ödül yeter, iki ödül fazla gelirdi. Behzat Ç ödül almaya değil ceza almaya alışkın bir polis. Senaryo konusunda beklentim yoktu. Ödül verselerdi çıkıp alırdım tabii ama biz giderken de bir beklentimiz yoktu. Hepimiz oradaydık ben senaryo yazıyorum sen sinema yazıyorsun, biraradaydık, sonuçta bu festival ortamının belli bir çevresi var ve orada bulunmak güzel bir şeydi.
Nasıl buldun festivali?
Festivallerin belediyelerle ilişkili olarak siyasi bir altyapısı var. Festivali kimin yaptığına takılmıyorum ama birebir belediyeyle ilgili olması siyasi bir altyapısı olmasına neden oluyor ama bu siyasi altyapıya gösterilen özeni teknik altyapıya da göstermek lazım. Bizim film birkaç dakika durdu, başka filmlerde başka sorunlar olmuş, bu teknik altyapıya özen göstermek, üzerinde durmak lazım. Uğraşmışsın aylarca bir film çekmiş, özenmişsin ama gösterilirken sesi gidiyor, görüntü kopuyor bir yönetmen olarak isyan etmez misin ben senarist halimle isyan ettim, yazdığım diyaloglar duyulmadı diye.
"Türkiye'de cinayet masası hikayesi erkek hikayesidir"
Erken Kaybedenler, romanlar ve Behzat Ç hepsinde erkekler üzerine kurulu bir dünya var, geçtiğimiz günlerde İstanbul Modern'de yapılan bir söyleşiye konuşmacı olarak katılan Derya Alabora ile Melek Özman erkeklerin kadın karakter yaratamadığından bahsetti, Emrah Serbes için de durum böyle mi, kadın karakter yaratması daha mı zor?
Ben kendim gibi ya da bana benzeyen bir adamı anlatabilirim. Bir kadını üç boyutlu bir biçimde yazabileceğimi düşünmüyorum, bir ana kadın karakter yaratıp herşeyi onun üzerine kurayım gibi bir derdim yok çünkü bu konudaki bilgimin yetersiz olduğumu düşünüyorum. Yazarın görevi herkesi anlatmaktır o ayrı ama herkes kendinden, yaşadıklarından yola çıkar her yere aynı anda nüfuz edemezsin, dahi bir adam değilim. Shakespeare bunu yapmış zamanında Hamlet kadar üç boyutlu bir karakter var mı ama orada da Ophelia daha siliktir, o zamandan beri böyle. Biz erkek hikâyesi anlatıyoruz, mesela ben gittiğimde cinayet büroda herkes erkekti, burada hiç kadın yok mu diye sordum, dediler ki kadın polis arkadaşlarımız var ama burada çalışmak istemiyorlar, Türkiye'de cinayet masası hikâyesi, bir erkek hikâyesi ve ben de gerçekçi bakıyorum.
" Sırtından bıçaklanan kadınları değil, sırtından bıçaklayan adamları teşhir etmek lazım" dedin canlı yayında Habertürk muhabirine. Tam da o günlerde Habertürk'ün bir kadın cinayetinin ardından attığı manşet konuşuluyordu ve birden çok ses getirdi bu. Emrah Serbes politik yanıyla konuşulan bir adam değil ama sanki yeri geldiğinde söylenmesi gerekeni de çok güzel özetleyebiliyormuş hissi verdi bana bu cümle...
Politik görüşü olanlar ilk görüşte tanınmaz, Behzat Ç, çok erkek söylemi üzerine kurulu ama bunların farkında değilmişiz gibi bir yaklaşım var bence bu tepeden bir bakış. Tüm bunların yani memlekette ne olup bittiğinin farkındayız, Emma Goldman'ın dediği gibi"dans edemediğim devrim devrim değildir" biliyoruz bunu, kadın-erkek arasındaki sömürünün de farkındayız, Amargi dergisinden de haberdarız mesela, onu da okuyoruz.
Diziyi Ercan Mehmet Erdem yazıyor, sen 10'lu bölümleri yazıyorsun, dizide küfür vs kullanırken daha korunaklı davranmak lazım, filmi yazarken bu anlamda daha rahat hissettin mi kendini?
Diziyi Ercan yazıyor, ben de okuyorum, gidişatı zaten konuşuyoruz, beraber karar veriyoruz ona çok güveniyorum zaten, dizideki yaratıcılığın yüzde doksanı onun. Film daha rahattı ama biz dizide de küfürleri aynen yazıyoruz, televizyonda "bip"leniyor, ama bizim seyircimiz "bip"lense de ne dediğimizi anlıyor zaten. Dizide de film gibi her hafta bir polisiye hikaye kuruluyor. Filmde dizide yapmadığımız ekstra bir şey yapmak gerek diye düşündük, televizyonda yapamadığımız nedir, onu yapalım dedik. Film için dizinin bir uzun bölümüydü gibi diyecekler, desinler, biz her bölümü zaten bir sinema filmi özeniyle yazıp çekiyoruz. Dizide çok özel bölümler yazıldı ve çekildi.
Bir yandan da filmde derin devlet meselesi, faili meçhul cinayetler var, dokunan yanıyor, biz de öyle bir süreçten geçiyoruz, çok fazla bulaştım diye düşündün mü hiç, yazarken endişe hissettiğin oldu mu, mevzu derin çünkü...
Ben bir tek Tanrı'dan korkuyorum onun için de ölmüş diyorlar zaten. Dizide de Ahmet Şık mevzusuna girdik, korkmadık bir şeyden, ben kendimi biliyorum, o problem değil, problem olmadı.
Türk sinemasında polisiye türü çok gelişmiş değil, edebiyat sinemayı besleyen bir sanat ve Türk edebiyatında polisiye son on beş yıldır daha hızlı bir biçimde gelişiyor.
Türk edebiyatında polisiyenin çok kuvvetli bir altyapısı var. Bir ülkenin edebiyatı ne kadar kuvvetliyse sineması da öyledir, birbirini besler. Sinema ayağının biraz daha zayıf olduğu açık. 1884, Ahmet Mithat Efendi'den beri polisiye yazılıyor. Mike Hammer romanları on dört tanedir, biz 1950'lerde 250 tane kopyalarını yazmışız. Kemal Tahir onları çeviriyor önce, çeviri bitince sen yaz diyorlar, yazıyor, o yüzden ciddi bir polisiye geleneği var, sinemada karşılığı daha az, karşılaştırırsak edebiyat ayağının daha kuvvetli olduğunu kabul etmemiz lazım.
"Behzat Ç'nin üçüncü romanını yazdım ama yayınlar mıyım bilmiyorum"
Dizi meşhur olunca roman da daha meşhur oldu, edebiyatçıyken daha sınırlı bir çevrede biliniyordun ama televizyon başka bir popülerlik getirdi, bu edebiyatçılığını etkiler mi dersin?
Yazacaklarımı kötü etkileyeceğini düşünmüyorum açıkçası, insanların ilgisi arttı ama ben o ilgiye yönelik bir tavır içerisine girmiyorum. Behzat Ç'nin üçüncü romanının sonuna geldim, şimdi yayımlasam çok satar ama bekletiyorum, yayınlar mıyım, onu da bilmiyorum. Dizinin ve filmin insanların üzerindeki etkisi geçtikten sonra, esas Behzat Ç okuru kaldığında yayınlayabilirim.
Şu sıralar yerleşik olmadığından bahsetmişsin bir röportajında, iyi midir göçebe yaşamak, yazara iyi gelir mi?
Yazarına göre değişir, kimisi vapurda, otobüste her yerde yazar, ben yerleşmeye çalışıyorum yazmak için. Bir yere yerleşmek ve haftada üç ya da beş gün yazmak iyidir, bir insan göçebeyken sadece göçebe olmalı ve yollarda olmanın tadını çıkarmalı. Jack Kerouac Amerika'yı dolaşmıştır ve ondan sonra Yolda'yı yazmıştır. Ama sadece evde durmakla da olmaz, benim tarzımda yazıyorsan sokağa da çıkman lazım.
Erken Kaybedenler'deki "Üst Kattaki Terörist" öykün, askerde, Çukurca'da mayına basıp ölen bir gencin kardeşinin öyküsü, Fransızlardan senaryo geliştirme desteği de aldın, öyküyü en az iki kere okumuş biri olarak bir an önce yazsan da filme çekilse diye bekliyorum, yaşadığımız süreçte böyle öykülerin yansımazı lazım sinemaya...
Söz verdim, yazacağım onu. Destek verseler de vermeseler de yapacaktım zaten. Yapımcım Emre Yeksan'la çalışıyoruz, bunu net bir şekilde söyleyebilirim. Bu yıl senaryosunu yazacağım, seneye de çekeceğiz. Bizim boynumuzun borcu, yapmalıyız bunu. İnsanların faşistleştirilmesine, 13-14 yaşlarındaki çocukların sağa sola saldırmasına, hiç olmasına yönelik bir öykü, bu bizim meselemiz, buna girmek zorundayız, böyle bir zorunluluğu hissediyorum, yapacağız. (JB/EKN)