30 yıldır beklenen barış süreci Türkiye’ye nihayet geldi. Akla gelmeyenler, bundan birkaç ay evvel dahi inanılmaz olanlar peş peşe gerçekleşiyor.
Ancak barış sürecinin gelmiş olması, bu sürecin devam edeceğini, sürdürülebilir bir barışın sağlanacağını ve yılların sorunlarının çözülebileceğini garanti etmiyor.
Hızla fark ediyoruz ki barış süreci aslında hem kırılgan hem de derin ve yaygın bir mücadele alanı. Üstelik büyük bir hevesle ve uzun zamandır beklediğimiz bu süreç paradoksal bir biçimde fazlasıyla çabucak ve birdenbire gelişiyor ve ilerliyor.
Barışı en fazla arzulayanlar, barış için en uzun yıllar mücadele etmişler ve barışın aciliyetini en sesli vurgulamışlar, şu sıralar en çok da sürecin hızından şikayet ediyor.
Unutmamak gerekir ki zamanın ve zaman algısının yönetimi, tahakkuma içkindir. Yavaşlık kadar hız da egemenlerin iktidar kurma taktiklerindendir.
“Ötekini” beklemeye mahkum ederek, öncelikler sıralamaları yaparak ve sürekli erteleyerek zamanı yavaşlatan egemenler, “hızlı” olmayı da dışlamanın başka bir yüzü haline getirirler.
“Ötekiler” olana bitene bir türlü yetişemezler. Yavaş zamanlarda kuyrukta bekleyenler, zaman hızlı akınca sahneden düşerler.
Süreç içinde dışlanmanın adı gecikmek, yetişememek olur ve yavaşlıkları çoktan deşifre olmuş egemenler bu sefer “hızla” kendilerini temize çekerler.
Abdullah Öcalan’ın mektubunun üzerinden bir kaç gün, KCK’nin ateşkes açıklamasından daha bir gün bile geçmeden, gazeteler barış sürecini gözlemleyecek “akil adamlar” heyetinin olası isimlerini açıklamaya başladılar.
Daha sonra ise Başbakan gerçekten de bir “akil adamlar” havuzu oluşturduğunu söyledi. Belli ki süreç “hızlı” ilerlemiş.
Süreci göreceleştirmenin, hızın dayattığı çaresizliğe bir nebze şifa olacağını düşünüyorum. Gecikmenin yalnızlığını, benzerliğin çoğulluyla tedavi edebiliriz.
Dünyada 1990’dan 2010’a kadarki yirmi yıllık süre içersinde sürdürülen 118 barış süreci var. Yani 118 durumdan biriyiz. Bu 118 sürecin hemen hepsinde toplumsal dinamikler atıl bırakılmış. “Akil adamlar” isminin açıklıkla gösterdiği gibi kadınlar başta olmak üzere toplumsal kesimlerin çoğu dışlanmış.
Barışa en çok hazır, barıştan en çok şey bekleyen, en fazla kayba uğramışlar, tam da “savaşı yapanlardan” olmadıkları için süreçten uzaklaştırılmışlar.
İşte tam da bu yüzden bir çok yerde barış kalıcı olmamış, içermemiş, sorunlar çözülmemiş. En yukarıda da belirttiğim gibi barış yeni bir mücadele alanı, güçlenme ve güçsüzleşmenin yeniden dağıtıma tabi olduğu, belli failler ve dillerin tasviye olup, yeni fail ve dillerin üretildiği bir alan olmuş.
Örneğin barışın dili basitçe bir şiddetsizlik dili değil: bilim ve uluslararsı aktörler o dili çoktan profesyonelleştrmiş ve teknikleştirmiş. Bu yüzdendir ki barışın dili onu en çok savunanları mağdurları dilsizleştirmiş.
Yani barış süreci bilme, olma, öğrenme ve davranma biçimlerini değiştirirken, mağdurları, tarafları yayan bırakmış, sahneden atmış. Türkiye’de bugün girilen süreçte belki de en önemli mesele buna izin vermeyerek barış sahnesini bir mücadele alanına çevirmek.
Bu mücadele kısmen “barış süreci” denilen alanı yönetmeye, orada fail olarak yer almaya ve kriterleri belirlemeye soyunmaktan geçiyor.
Önceliğimiz elbetteki örneğin “akil adamlar” isminin kabul edilmezliğini yorulmadan, usanmadan vurgulamak.
Söz konusu heyetler ne “akil” ne “adam” olmalıdır. Çatışma sonrası çözüm ve adalet ile barış süreçleri konularıyla ilgilenen tüm uluslararası kurumların belirttiği gibi gözlemciler, arabulucular ve danışmanlar çoğul kimlikli olmalı, ve kurulacak bu tür komisyonların tamamı yarı yarıya kadın ve erkeklerden oluşmalıdır.
Ekim ayında açlık grevleri süresinde, grevdekilerin taleplerinin arkasında durduklarını belirterek ''Barış için Akademisyenler'' adı altında bir araya gelen 30 üniversiteden 115 öğretim üyesi bu komisyonların herşeyden önce görev tanımlarının iyi yapılması ve yasal statüye kavuşturulması gerektiğini söylüyorlar.
Komisyonlar eğer ki söylendiği gibi barışın alt yapısını oluşturmakla ilgili bir rol alacaklarsa Türkiye’deki etnik çeşitliği ve farklı inanç gruplarını temsil etmeleri gerekiyor.
Yani komisyonlarda mümkün olduğu kadar Kürt, Türk, Laz, Çerkez, Alevi, Ermeni, Rum, Yahudi ve Süryanilere yer verilmeli. Savaşın Türkiye Cumhuriyetinin dayattığı tekil kimlikten kaynaklandığı bir durumda komisyonların çoğul kimlikleri barındırmaları önem taşıyor.
İrlanda barış sürecinde, süreci yönetenlerin seçim (yani populist bir yöntemle) ile belirlenmesi ve belli kesimlerin dışarıda bırakılmasının bugün artan ayrımcılıkda rol oynadığı söyleniyor.
Barış için Akademisyenlere göre ayrıca komisyonların her biri Birleşmiş Milletler 1325 sayılı kararda da belirtildiği gibi yarı yarıya kadın ve erkeklerden oluşmalı.
Birleşmiş Milletler'in (BM) deneyimi kadın ve erkeklerin eşit temsil edilmediği barış süreçlerinin toplumsallaşamadığı yönünde. Latin Amerika ve Afrika örnekleri bu tür komisyonlarda sınıfsal farklılığın, emek örgütleri ve halk temsilcileri aracılığı ile temsil edilmesi gerektiğini de gösteriyor.
Örneğin Güney Afrika sürecinde iş insanlarının sürece diğer grupların tamamından fazla dahil olduğu gözüküyor. Bugün Güney Afrika’da barış süreçlerinin ekonomik alandaki tahribatın görülmesini engellediği söyleniyor ve emeğin temsilindeki eksikliğin barış zamanı sınıfsal çatışmayı arttırmış olduğu gözleniyor.
Öte yandan söz konusu heyetlerin tamamında mağdurların da yer alması gerekiyor. Özellikle ortaya çıkacak anlaşmaların ve uzun dönemdeki tazmin ve telafi programlarının geliştirilmesinde mağdurların çoktan üretmiş oldukları somut talepler var.
Bu taleplerin siyaseti belirleme kanallarının açılmadığı barış görüşmeleri ve anlaşmaları barışın kalıcı olmasını engelliyor. Örneğin Sudan’da olduğu gibi uzun dönemde daha derin bölünmelere yol açabiliyor. Üstten gelen barış, altta cevap bulmuyor.
Barış için Akademisyenler Grubu’na göre Türkiye’de gidişatın hızına ve sürecin işleyişinde özellikle hükümetin alışılagelmiş bir biçimde kendini tek aktör olarak ilan etme hevesine bakılırsa, bahsi geçen heyet ve komisyonların bu tür kriterlere uyma ihtimali zayıf.
Ancak böyle durumlarda komisyonları (tamamiyla kabul edilemez olmadıkça) gayri meşrulaştırmaktansa, meşrulaştırmanın daha iyi bir yöntem olacağı da belirtiliyor.
Örneğin Guetamala’da akademisyenler, mağdurlar, farklı etnik gruplar ve emek örgütleri bir araya gelerek kendi heyetelerini kurmuşlar, sorun alanlarını tespit etmiş, çözümler geliştirmiş ve talepler oluşturmuşlar.
Resmi komisyonlarda yer alanlardan bir kaçının sivil komisyonlarda da yer alması sağlanmış. Böylelikle donanımı ve bilgisi artan ayrıca halk desteğini de alan bu tür komisyon üyelerinin sözünün değeri artmış ve süreci biçimlendirmekte önemli rol almışlar.
İlginçtir Guetamala’da bu tür üylelerin neredeyse tamamı kadın. Barış için Akademisyenler’in bazı üyeleri Türkiye’de de böyle bir oluşumun üretilmesinde aktif rol alabileceklerini söylüyorlar.
Barış bir mücadele alanı. Bu alan Türkiye’nin bundan sonraki yaşamını, dilini, güçlenme ve güçsüzleşme biçimlerini, normlarını, toplumsal akitlerini, ittifak ve itilaf hatlarını belirleme imkanına sahip.
Türkiye’de sivil toplum uzun yıllardır bu alanla ilgili bilgi biriktiriyor. Bu bilgiyi biran evvel yeni sürece tercüme ederek, müdahillik mekanizamalarını oluşturmalı.
Hızlı akan zamanın içinde yeni taktikler yaratarak var olmalı. Görüşmelerin kesintiye uğraması halinde toplumsal mekanizamalar devreye girerek “hızla” tamirat yapılmalı. (NÜ/BA)