Ayşe Bilge Dicleli Boğaziçi Üniversitesi’nde Anıldı
Çiğdem Aydın'dan Ayşe Bilge Dicleli: Sakin ve Güçlü
Geçen yıl Zülfü benden de Bilge için bir yazı yazmamı istediğinde bir başlangıç yapmış ama arkasını getirememiştim. Art arda kayıplar yaşadığım bir yıldı ve ketlenmiş durumdaydım. Şimdi bu konuşma fırsatını verdiği için ona teşekkür ederim.
Yarım bıraktığım yazıya, Seneca’nın Hayatın Kısalığı Üzerine adlı 2000 yıllık denemesinden bir alıntıyla başlamıştım. İnsan kayıp duygusuyla baş etmeye çalışırken çareyi felsefeye sığınmakta buluyor. Şöyle diyor Seneca:
“Hayatımızın kısa olduğu değil, çoğunu israf ettiğimiz doğrudur. Hayat yeterince uzun ve onu iyi kullanmak kaydıyla en büyük başarılara erişmek için bize yeterince cömert bir süre verilmiş durumda. Ancak bu süre boş lüksle israf edilip iyi işler için kullanılmadığında ve sonunda ölümün nihai sınırlamasıyla karşılaştığımızda, zamanın biz farkına bile varmadan geçivermiş olduğunu anlarız.
"Evet, işte bize kısa bir ömür verilmemiştir ama biz onu kısa yaparız; ömrümüz kısa değildir, biz onu boşa harcarız… Kullanmasını bilirseniz hayat uzundur.”
Bilge’yi ve hayatını düşünürken bu alıntı aklıma gelmişti. Bilge’nin hayatı gerçekten de boşa harcanmamış bir ömürdü ve bizi çok vakitsiz terk etmiş olsa da bu anlamda onunki uzun bir ömürdü, çünkü iyi kullanılmıştı.
Seneca da katılırdı bence bu yargıya. Judith Butler “yaşamak istemek” ile “başkalarıyla birlikte belirli bir biçimde yaşamak istemek” arasında çok önemli bir fark olduğunu söyler. Bilge bu farkın bilincinde olan ender insanlardan biriydi.
Ben onunla ilk kez galiba “sosyalist birlik” tartışma toplantıları sırasında karşılaştım ama Bilge’yi gerçekten tanımam Ka-Der ve kadın hareketi içinde oldu. Yani aslında onu politik eylem içinde tanımış oldum. O sıralarda heyecanla Arendt’in politika teorisi üzerinde çalışıyordum.
Hâlâ öyle, ama başlangıçların heyecanı bir başka oluyor. Arendt’in iyimser ve ahlaki politika anlayışını paylaştığımda, sık sık, “iyi hoş ama çok ütopyen” cümlesiyle karşılaşırdım.
Bizimkisi, biraz zor ve emek isteyen şeylerle karşılaşınca hemen onu elinin tersiyle “hayal bu, ütopya” diye itiveren pragmatik bir toplum, maalesef. Bu tavrı doktora öğrencilerimde de çok görürdüm. Tâ ki, Gezi direnişine tanık oluncaya kadar. “Hocam, valla Arendt haklıymış” oldu, o zaman.
Bilge’yi politik eylem ve liderlik deneyimi içinde izlemek de benim için bir tür “Gezi ânı” oldu. “Evet, böyle bir politika pratiği mümkün” ânı!
Hannah Arendt için politik eylem “dünyaya yönelik tutkulu bir açıklığı ve sevgiyi” içerir. Politik eylem, insanların birbirleriyle kurdukları kırılgan ilişkiler ağını, onun “aramızdaki dünya” dediği şeyi korumak ve ona ihtimam göstermek için girişilen, bize sunulmuş olanın değerini bilen ve ona minnetimizi ifade eden eylemdir. İnsan çoğulluğuna ve doğaya karşı ahlaki bir tutumu içerir. Yani Arent bizi dünyayı sevmeye çağırırken düşünceli, sorumlu yurttaşlar olmayı öğretir.
Bilge kitabını[1] okuduğumda, onun bu sorumluluğu ne kadar erken yaşta fark etmiş olduğunu gördüm. Ben de diğer arkadaşları gibi, acaba bu yapısından kaynaklanan bir bilgelik miydi diye düşünmedim değil.
Çünkü henüz bir lise öğrencisiyken bir süre köyde yaşadıktan sonra arkadaşlarını köylülerin sorunlarıyla ilgilenmeye çağırıyor, Bilge. Aynı yazıda, yaşamının en önemli uğraşlarından olan kadınların ezilmesi meselesine de değinmesi çok çarpıcı. Dedim ya henüz bir lise öğrencisinden, üstelik ayrıcalıklı sayılabilecek bir yaşamı olan lise öğrencisinden söz ediyoruz.
Bu sorumluluk duygusu 68 kuşağının bir mensubu olarak ileriki yıllarda daha da pekişiyor ve o kuşağın yaşadığı zulümden payını fazlasıyla almasına rağmen hiç eksilmiyor, tersine katmerleniyor.
Hacer Ansal’ın kitapta paylaştığı anı, Bilge’nin ve kuşağının hayata karşı tutumunu çok iyi anlatıyor. Daha 1971 yılında, henüz 8 Mart BM tarafından kutlama tarihi olarak belirlenmemişken, 8 Mart'ı bir salonda kutlamak amacıyla yapılan hazırlıkların içinde yer alıp Simone de Beauvoir’ın nitelemesiyle “vazifeşinas kızlar” olarak kendilerini heder ediyorlar; buna kutlamanın yapılacağı TÖS lokalinin tuvaletinin temizlenmesi dahil!
Sonraki yaşamında da Bilge her yaptığı işte bu tutkulu özveriyi yansıttı.
Türkiye her kuşakta en iyi evlatlarını ezmeye, yok etmeye çalışan bir ülke. Ama evlatlar pes etmiyor, Bilge onlardan biri. Sağmalcılar Cezaevindeki arkadaşlarının anıları bunun canlı kanıtı. O dönemdeki bütün “isyankâr kızları” sevgiyle, saygıyla anıyoruz.
Gene de Bilge’nin ayrı bir yeri var. O “zarif bir isyankâr”. Kitaba katkıda bulunan neredeyse herkes onun iyimserliği ve kahkahası yanında yumuşaklığından ve zarif sağlamlığından söz ediyor. Yumuşaklık ve sağlamlık, ipeğin tarifi. İpek metaforu Bilge’ye çok yakışıyor.
Kitapta yer alan Oya Baydar’ın anma yazısında bence de önemli bir nokta var. Baydar, 70lerde solcular arasındaki fikir ayrılıklarının yol açtığı keskin kamplaşmalara, katı tutumlara değiniyor. Ve haklı olarak “siyaseten aramıza giren ayrılıklara, uzaklıklara, ıssızlıklara rağmen bizler hep aynı yolun yolcularıydık” diyor ve devam ediyor:
“Daha iyi, daha adil bir dünya istemiştik, o dünyaya ulaşmak için yaşamlarımızı bozuk para gibi harcamaktan çekinmemiştik.”
O dönemlerde araya giren uzaklıkları hayıflanarak, iç burukluğuyla hatırlamamak mümkün değil. Ama Bilge o yıllardan ve tecrübelerden ders almasını bilmiş bir insandı. Çünkü gerçekten kendi içine bakmasını biliyordu ve başkalarına olduğu kadar kendisine karşı da dürüsttü. Öz-farkındalık, benim Bilge’de en değer verdiğim özelliklerden biriydi. Bu özellik sayesinde yaşamının “bozuk para gibi harcanmış” değil, Seneca’nın dediği gibi “iyi kullanıldığı için uzun sayılabilecek bir hayat” olduğunu düşünüyorum.
Bilge’nin kadın sorununa bakışı ve Ka-der’deki yöneticiliğinde örneklenen liderlik tutumu, Arendt’in kavramsallaştırdığı farklı iktidar anlayışının, ortak bir amaç uğrunda bir araya gelip mücadele eden insanların oluşturduğu iktidar anlayışının sanki ete kemiğe bürünmüş hali.
1990ların ortasında Yeni Yüzyıl’a yazıp da ne hikmetse yayınlanmayan yazısında, benim “Gezi ânım” dediğim şeyi ne güzel ifade ediyor: “... politika, Gülay hanımın dediği gibi, yalnızca 'insanlara hükmetmek' olarak tanımlanabilir mi? Bence hayır. Vasat ya da vasat olmayan erkekler, erkek hegemonyasının değişik tarzlarda da olsa bütün toplumlara vurduğu damganın da etkisiyle değişimi güç kullanarak gerçekleştirmeye çalışmış, sahip oldukları güç kaynaklarını insanlara hükmetmek arzusuyla kullanagelmişler.”[2]
Evet, geleneksel olarak politika denince hükmetmek akla gelir ama Bilge’nin anlayışı bu değil. O, “paylaşmayı, uzlaştırmayı küçüklüğünden beri öğrenmiş, bunu bir tarz olarak benimsemiş kadınların aktif katılımından, erkek tarzı politika yerine insan tarzı politikanın geçtiği barışın ve doğanın korunmasını da içeren bir dünyanın kurulmasından” söz ediyor. Ona göre liderlik, diğer insanları ortak hedefe ulaşmak üzere harekete geçirmekle ilgili bir şey.
Bilge, 2003’te, Ka-der’in “farklılıkların kabul gördüğü ve farklılıklara tahammül etmenin öğrenildiği bir ortama sahip olduğu için ve işbirliği ve ortak mücadeleye önem verdiği için benzersiz olduğunu” söylüyor. Kadınları birbirine düşürerek veya kadınların sırtından siyaset yapan erkek egemen politikaya karşı uyanık olmaya çağırıyor.
Kadınlar bu hataya çok sık düşüyor maalesef. Kadın hareketi içinde başka yerlerde olduğu gibi Ka-der’de de, Bilge’nin ifadesiyle “birbirimizi ciddi boyutlarda üzen, yıpratan tartışmalar” yaşanıyor. Bilge’nin konuya ilişkin analizi ise son derece olgun bir siyaset ve demokrasi anlayışını yansıtıyor:
“Türkiye demokrasiyi ne kadar biliyorsa biz de o kadar biliyoruz” diyor, haklı olarak. “Ötekinin varlığını kabul etme ve onun hassasiyetlerini dikkate alma gibi olgu ve tutumlarla yeni tanışan bir toplumda,..Ka-der gibi koalisyon niteliği taşıyan bir kuruluşta tartışmaların olması kadar doğal bir şey olamaz. Ama biz bir koalisyonuz ve demokrasiyi öğrenmede herkesten ileriyiz.”
Kadın dayanışması dediğimiz şeyin, birbirimizle aynı görüşlere sahip olmaktan değil, ortak amaçlar uğrunda birlikte mücadele etmekten doğduğu daha iyi anlatılabilir mi? Daima ortak paydayı bulmak ve sorunu dayanışmayla aşmak için çaba gösteren bir kadının, savaşırken rujumuzu da ihmal etmememizi, kadın olarak farklılığımıza sahip çıkmamızı salık vermesi hiç de tesadüf değil.
Bilge, “bana göre dünyada iki temel mesele var. Bu iki temel meseleyi çözebilirsek dünyanın sorunu çözülüyor. Biri kadın, diğeri çevre…geri kalan her şey aslında alt detaydır” demiş.[3] “Kimse ‘Bana Ne’ diyemez” diye kitap yazan Bilge, bugün iklim değişmesi ve doğanın dengesinin bozulması karşısında dünyanın geleceğine sahip çıkmak için sorumluluk üstlenen ilkokul ve ortaokul öğrencilerini görebilseydi her halde çok mutlu olurdu. Ve keşke kendi cenazesinde kadınların aldığı tutumu da görebilseydi. Benim katılamadığım cenazede, sizlerin iyi bildiği gibi, cenazeyi kadınlar taşımakta ısrar etmişler, “Bilge her seferinde bunca yıldır ezdirmeden taşıdı bizleri, bu son seferinde onu bizler taşıyacağız” diyerek. İyi kullanılmış bir hayatın bundan daha güzel bir sağlaması olabilir mi?
Son olarak bir diğer “Gezi ânı” sayılabilecek “aşk” konusuna değinmek istiyorum. Bilge’nin yaşamındaki o büyülü olguyu, aşkı Optimist yayınları editörlerinden Mutlu Dinçer sözle görselliği birleştirerek ne güzel anlatıyor: “Bilge Hanım’ın bol ışıklı, bol çiçekli odasına Zülfü Bey’in ‘ben geldimm’ diyerek ara kapıdan süzülmesi, eliyle yanağına dokunuşu Gustav Klimt tablosuna bakmak gibi.” [4]
“Bir insanı sevmekle başlar her şey” diye bir cümle vardır, bilirsiniz. Bu cümle bana hep fazlasıyla klişe gelmiştir ve kullanmaktan çekinmişimdir. Ama bir insana duyulan sevgiyi, Bilge’nin yaptığı gibi, dünyaya duyulan sevgiyle ve sorumlulukla birleştirebildiğiniz zaman, aşk sahiden de devrimci ve dönüştürücü bir güç olabiliyor. (FB/APA)
* * Bu metin Fatmagül Berktay'ın Ayşe Bilge Dicleli anısına 10 Mayıs 2019'da Boğaziçi Üniversitesi Demir Demirgil Salonu'nda düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmasıdır.