1921’de doğan sanatçı İbrahim Balaban, Bursa’nın köylerindendir.
Sonrasında can yoldaşı olacak “kalem”i ilk gördüğünde çok şaşırdığını anlatmıştır yıllar sonra bile. Kalemi görünce nasıl feleği şaştıysa, on yaşında şehre gittiğinde antik Yunan heykellerini gördüğünde dünyasından geçmiştir kendi deyişiyle.
Kan davası, köhne töreler, daha on altısında mahpusa düşürür Balaban’ı. Yaşamının en önemli olayı saydığı, “Şair Baba” dediği Nazım Hikmet’le de orada tanışır. Bursa Hapishanesinde kesişir yolları.
Mahpusta İbram Ali’dir. Bir şeyler çiziktirir. Çizdiklerine resim dendiğini, çizene de ressam dendiğini öğrenir önce. “Dam” birçok şeyi öğreneceği bir okula dönüşür bundan sonrasında. Bu dönüşümün mimarı Nazım Hikmet’tir.
Dam’da büyür Balaban. Bu sadece geçen yıllarla beraber yaşının değişmesi değildir. O her haliyle tastamam bir Anadolu insanıdır. Toprağın evladıdır.
O bilir ki; “çiçeğin rengi ve biçimi toprağından, ikliminden, doğasından gelir.” Bunları toprağın bağrında çapa yaparken, orak sallarken, ak-sarı öküzleri güderken öğrenmiştir. Şair Babası ona “tıpkı çiçeğin rengi ve biçimi gibi; sanatçının eserinin de toplumdan, halkının yaşantısından, doğasından tohumlandığı ve geliştiği”ni anlatır.
Nazım Hikmet, Balaban’ın özüne bakmış, içindeki cevheri görmüştür. “Yatar Bursa Kalesinde” adıyla derlenen Bursa Hapishanesi’nde yazdığı şiirlerin pek çoğunda Balaban’la geçirdikleri yedi yılın izleri vardır. Birçoğu Nazım Hikmet okurlarının de çok sevdiği şiirlerdir; Yürümek, Dostluk, Yaşamaya Dair, Hoş Geldin, Tahirle Zühre Meselesi, Hapiste Yatacak Olana Bazı Öğütler… Aynı derlemede Balaban’ın ressama dönüşme hikâyesinin verdiği coşkuyla kaleme alınmış Balaban tablolarına dair şiirler yer alır. Kolektif emeğin büyütme gücünün en somut ifadesidir bu dönemdeki Nazım Hikmet şiirleri ve Balaban tabloları.
Balaban, sıradan bir halk çocuğuna bilinciyle, kalbiyle, elleri ve gözleriyle şekil veren Şair Babasını büyük bir sevgi ve saygıyla dinler. “Yeter ki kararmasın…” öğüdünü alıp, umudunu hiç kaybetmeden çalışır, gelişir hapiste geçirdiği yıllar boyunca. Elleri büyür, toprağa, hayata, bizlere dokunmaya başlar. Gün gelir artık yanı başımızda, hayatın tam ortasından dokuna dokuna geçen biri olur.
“Hapishane Kapısı”ndan geçer Balaban; altı kadın, sekiz çocuk, jandarma, beygir, -şimdilerde katline ferman çıkarılan- köpek… Sepette yeşil biber, heybede sarımsak soğan -hani şu tohumuna yasak konulan-, torbada- ömre bedel- kömür… Dışarıdakinin elinde avucunda ne varsa alıp getirdikleriyle, mahpusun bir türlü kırılmayan hasretten mamul zinciriyle geçer mahpushane kapısından.
“Kerbela”dan geçer. Bir kâğıda sığdırıverir Kufe halkının suç payını, Hasan’ın Hüseyin’e sırt dönüşünü, Kasım’ın Fatma’ya sevdasını ve sevdikleri uğruna fedasını… İktidar savaşının zalimin elinde eziyete, cehennem ateşine dönüşünü… Bir tiyatro afişidir olur bu resim, oradan gösterir bugünün Yezid’i, Muaviye’si olanları.
Yoksulun, emekçinin, ezilenin göçü hiç bitmez bu dünyada. Yıllar içinde dönüşe dönüşe geçer “Göç” kervanlarından.
“Harman” yerlerinden geçer, hasat kaldırır, düğün kurar, sarhoş olur Balaban. Birlikte olmanın, imecenin, dayanışmanın coşkusuyla, ışığıyla, tupturuncu ve sapsarı geçer.
“Ben boyaları açık, koyu leke endişesiyle değil, figürlerimin özünde çakmaklaşan ışığı yakmak için kullanıyorum.” der, yaşamdan süzdükleriyle, yeni yaşamlara izdüşümler bırakarak geçer.
Bir asır yaşadı İbrahim Balaban. Doksan sekiz yaşında gür dalları, toprağa saldığı kökleriyle bir çınar olarak uğurladık onu. Gönül isterdi ki, onun da istediği gibi, Şair Babasıyla uyusun bundan sonra. Daha da çok isterdi ki Şair Babasının başucunda salınan çınarın gıdası o olsun. Sürgünler, sınırlar, baskılar engel oldu gönülden yeşertilen, emekle büyütülen bu sevgiye.
Yine de ışıklar içinde uyusun Balaban. Şu yukarıdaki dizelerinde de olduğu gibi çok ışık çaktı, çok ışık bıraktı arkasında. Birazı da ona düşer nasıl olsa. Halkın aydını olmaktan ona düşen paydır bu. Yaşamanın anlamına vardığı günden sonra koşullar ne olursa olsun ışık yapmaktan, ışık saçmaktan vazgeçmediği için en çok da…
Haziran geldi ya şimdi, günler peş peşe sıralanacak andıklarımızın adını alarak. “Daha var, dokuzunda anacağız Balaban’ı” diyenler olabilir. Dayanışmayı hayatının merkezine koyarak halkının ozanı, yazanı, çizeni olanları anarken böyle anlatmayı daha uygun buldum söylemek istediklerime.
Ahmed Arif’i, Orhan Kemal’i, Nazım Hikmet’i, kibirden yapılmış kulelerde, dibine ışık vermekten aciz -isterse dünyanın en iyi yazanı, çizeni söyleyeni olsun fark etmez- olanlardan ayıran; onların halk olması, halkla olması, halkın içinde olmasıdır.
“Tanıdığım en güzel insanlar, yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi, kaybı yaşamış olan ve diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş insanlardır. Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar, onlar oluşurlar.” (Ross-Elisabeth Kübler)
Bir köy çocuğundan bir ressama dönüşen İbrahim Balaban, yazdığı şiir denemelerindeki diyalog ustalığını görerek bu toprakların yüz akı büyük öykücü Orhan Kemal’e dostlukla yön veren şair Nazım Hikmet, Van Gogh’tan Aşık Veysel’e üretenlerin aydınlığını kendine katarak Kürt halkının sözcüsü olmuş bir Ahmed Arif böyle ortaya çıkmıştır.
Bugünün sanatçılarının önündeki ödev bellidir, eğer tamamlanmak, tanınmak, hatırlanmak istiyorlarsa tabii... Toplumsal meselelerin dışında kalarak, faşizme ve onun ürettiği ırkçı, ayrımcı, türcü yaklaşımları destekleyerek -sessiz kalmak da buna dahil- yapılan sanat unutulup gitmeye mahkumdur. Halkının onurlu aydını olmak ve dayanışmayı kendi bulunduğu yerde örgütlemek, büyütmek hep hatırda olmanın/kalmanın yegâne yoludur.
(UŞ/VC)