Oysa 21 Nisan akşamı aslında propagandaya ihtiyacı olmadığını, kendisinin bir şey yapmasına gerek kalmadan bütün partilerin onu iktidara taşıdığını acı bir şekilde hatırlattı : " Herkes benim senelerdir söylediklerimi tekrarlıyor şimdi ", diye haykırabiliyordu artık Ulusal Cephe'nin lideri: "Beni seçerek Fransızlar aslını kopyaya tercih ettiler".
Sadece Fransızlar değil, Türkiye'de de seçmenler "aslını kopyaya tercih ettiklerini" pek çok kere gösterdiler. Bu açıdan Fransa'da Le Pen'in yükselişiyle Türkiye'de MHP'nin koalisyon ortağı konumuna geliş süreci benzeşiyor.
Ufacık kasabalar nasıl ırkçı oldu ?
Fransa'da bütün seçim kampanyası korku ve güvensizlik üzerine kuruldu. Soldan sağa tüm politikacılar sanki Fransa'nın başka bir derdi yokmuş gibi bunu konuştular, insanların artık bazı semtlerde akşamları sokağa çıkamadığını, arabaların yakıldığını, soygunların, saldırıların arttığını tekrarladılar.
11 Eylül sonrasının korku dolu ortamı ve İsrail-Filistin çatışmasının Fransa'ya yansıması - Yahudi karşıtı saldırılar, yakılan sinagoglar- bu güvensizlik duygusunu artırdı. İslam-göçmenler-işsizlik ve güvensizlik birbirine bağlı kavramlar olarak medyada yer almaya başladı. Kuzey Afrikalı ve Türk göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı semtler sorunun kaynağı olarak parmakla gösterildi. Sağ partilerin hükümeti eleştirebilecekleri tek konu olduğu için başlattığı oyuna sol da oy toplayabilmek uğruna katıldı.
Güvensizlik duygusu ve göçmenlerin uyum sorunları yoktan var edilmedi tabii, ama her zaman rastlanan olaylar basında daha çok yer bulmaya, saldırıya uğrayan yaşlılar ve tekin olmayan mahalleler konusu abartılarak işlenmeye başlandı. Bir kaç sosyolog ve emniyet müdürü çıkıp "suç oranı o kadar da artmadı, komşu ülkelere oranla daha iyi durumdayız" dediyse de dinletemediler.
Hayatlarında yabancı görmemiş, tek güvenlik sorunu yolda bir yaban domuzuna rastlamak olan ufacık kasabalar bile " yabancılar her şeyimizi çalıyor " duygusuna kapıldı. Sağ ve sol partiler bir ağızdan aynı şeyi söyledi : " Tek çözüm daha fazla polis ve sıfır hoşgörü". Le Pen'e de bu kampanyanın meyvelerini toplamak düştü. Seçmenler sonradan muhafazakarlaşmış sol ve sağ partileri değil, onların şimdi söylediğini senelerdir işleyen Le Pen'i seçtiler.
Türkiye'yle parallelikler...
Türkiye'de de son yıllarda milliyetçi-muhafazakar dalga benzer bir şekilde yükseldi. Avrupa'ya çekilen restler, ordunun tartışılmaz yeri, Güneydoğu sorununda uzlaşmaz tavır, Atatürk resimleri, her yerde söylenen milli marşlar, boyunlara takılan ay yıldızlar, bayraklar, vatana ihanet suçlamaları hemen hemen bütün merkez sol ve sağ partilerin söylemine hakim oldu. Tabii ki Türkiye'de milliyeçi-muhafazakar tepki yoktan var edilmedi.
Güneydoğu sorununun, küreselleşmeye ve vahşi kapitalizme karşı içe kapanarak verilen tepkilerin bunda çok büyük etkisi var. Ama yükselen milliyetçilik dalgası başka partilere değil MHP'ye yaradı. Onlar bunu sömürerek oy almayı planlarken, halk "aslını tercih etti". Öteki partiler Fransa'daki gibi milliyetçi söylemi meşrulaştırdı. Türkiye'de Fransa'dakinden farklı olarak basın MHP'yi akılcı bir alternatif olarak gösterme çabasına katıldı.
Fransa'daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Türkiye'yle başka bir benzeşen yönü de solun sol olmaktan çıkması ve " garibanların hakkını savunmayı " aşırı uçtaki partilere bırakması. Le Pen'in seçim sonuçları açıklandıktan sonra "küreselleşmenin ve Avrupa'nın bütün mağdurlarına, işçilere, işsizlere ve bütün dışlanmışlara" seslenen konuşması bunun en büyük tanığıydı.
Sol "garibanları" unutunca
Fransa'daki sosyalist hükümet başarılı bir ekonomik bilanço sergilemesine rağmen son zamanlarda gelişen sosyal patlamalara kulak vermedi. Türkiye'deki gibi Fransa'da da merkez sol kendi seçmenleri için " fazla liberal " bir politika sürdürdü. Özelleştirmeler, hükümet müdahale etmediği için kâr ettikleri halde binlerce kişiyi işten çıkaran şirketler birbirini izledi. Jospin "programımız sosyalist değil" dedi hatta kampanya boyunca.
Önerdikleri, sağda olması gereken Chirac'ınkinden farksızdı, basın iki adayla "aralarındaki 7 farkı bulun" diye dalga geçti. Sol, özellikle genç seçmenlerin duyarlılık noktalarından biri olan küreselleşme konusunda bile sağın gerisinde kaldı . " İnsancıl yüzlü bir küreselleşme" önerisi Jospin'den değil Chirac'tan geldi . Güvenlik konusunda da sol merkeze, hatta sağa oynadı, sorunların toplumsal kökenine inmek yerine sağın yaptığı gibi "daha çok polis, daha çok ceza"dan başka bir şey öneremedi.
Gelir dağılımında eşitsizlikler konusunda Avrupa ve dünya liberal sistemi tarafından eli kolu bağlanmış bir hükümet portesi çizince insanların Avrupa'ya karşı öfkesi büyüdü. Yıllarca sosyalist partiye oy vermiş işçiler Avrupa karşıtı Le Pen'e oy verdiler. Sol sol olmaktan çıkınca daha muhafazakar seçmenlerin oylarını kazanmadı. Tam tersine, kendi kitlesini küstürdü. Onlar da "daha sol"da birilerini aradılar : Yeşiller, İşçi Mücadelesi ve Devrimci Komünist Lig arasında oylarını paylaştırdılar. Bu üç sol partinin şimdiye kadar aldıkları en yüksek oyu almaları bunu gösteriyor.
"Merkez"e yanaşmanın bedeli...
Fransa'daki son seçimler -ve Türkiye'deki gelecek seçimler için yapılan tahminler- "ideolojiler bitti, sağ-sol ayrımı kalmadı" diyerek yapılan siyasetin dünyanın her yerinde tepkiye yol açtığını gösteriyor. Sol, sol olmaktan çıkıp merkeze yaklaştıkça, sağ da aşırı sağın söylemine sarılınca oylar daha radikal partilere gidiyor. Türkiye'de CHP ya da DSP'nin sol kimliklerinden uzaklaşmaları henüz diğer sol partilerde oy patlaması yaratmadı.
Ama merkez sol milliyetçilik, laiklik ve Kemalizm'den başka bir şey önermediği için muhafazakar partilerin söylemini meşrulaştırıyor . Oysa küreselleşme ve liberalizm mağdurlarının ve işsizlerin haklarını savunacak bir sola ihtiyaç var . Ekonomik krize gerçek bir çözüm üretecek, sağdan farkını Kemalizmle değil, insan haklarını ve sosyal devleti savunarak ortaya koyacak bir sol gerekli. Yoksa "garibanların haklarını" gözetmeyi Fransa'da olduğu gibi "aşırı uçlar" sahipleniverir.(BG/EK)