Aslında tek ihtiyacın vitamin takviyesi…

Zamanların en kötüsünden önce kendimize, sonra da kendimiz gibilere seslenmenin, yalnız olmadığımızı haykırmanın ve her şeye/herkese rağmen direnmenin ‘dayanılmaz ağırlığı’ üzerine bir kez de ben yazacağım.
Hayatlarımızın kapkara bulutlarla çevrildiği, adaletsiz düzenin her gün biraz daha fazla perçinlendiği bugünlerde tutunacak tek bir dal bile bulamadığını düşünerek ‘İşin içinden nasıl çıkarım, nasıl dayanırım, direnirim, kime söverim, kimlere saldırırım?’ diyenleri biliyorum ve tanıyorum. Bu siyasi arenada kendi çalıp kendi oynayanlara karşı mücadeleden bir an bile geri durmayan herkesin bu yazıda kendine pay çıkaracağına hiç şüphem yok ama ben asıl olarak sorunlarının sadece magnezyum/demir eksikliğinden kaynaklandığını kendine inandırmış ama bunun da sürdürülebilir olmadığını keşfetmek istemeyenlere hitap edebilmek istiyorum.
Siyasi mücadele benden sorulur gibi bir iddiam tabi ki yok, ben sadece rahatsız olduğunda bir şeyler için hareket alanı bulabilen, feministlere sarılabilen insanlardan birisiyim. Hoş depresyonda olduğumu düşündüğüm bir dönem sadece demir eksikliği çektiğim için yataktan çıkamadığımı da öğrendiğim olmuştu ama bu bahsettiğim ile geleceksizliğin verdiği buhranın ne kadar farklı olduğunu yaşayan bilir ve anlar.
Gel gelelim bu konuya nerelerden geldik… Eğip bükmeye gerek yok, Türkiye’de her şey yeterince şeffaf bir korkunçlukta ilerliyor. Facialar, felaketler, cinayetler, yolsuzluklar ve cezasızlık ile kaplanan hayatımızı kişisel anlamda en çok ekonomik kriz yaralıyor. Kirası, faturası, yemeği derken en son Netflix ve Youtube üyeliklerini kapatmak zorunda kaldığımız bu süreçte, 2+1 mini salonlara sığan sosyalleşmelerimize TikTok bilgileri eşlikçi oluyor. Sonu gelmeyen bilgiler furyasında konuşulan ama bir yandan da tabu olmaya devam eden şey ise ‘geçinememe’ hali oluyor.
Herkesin derdinin kendi boyunu aştığı bu günlerde kimilerimiz ise ‘geçinememe’nin rezilliğini etrafımıza belli etmeyerek bir an olsun burnumuzu havada tutmuş oluyoruz. Kime, neyi kanıtlamaya çalışıyoruz o da ayrı bir soru işareti ama fakirliğin ayıplığında saklanmayı da bir nevi tercih ediyoruz. Fakirliğin ayıplığı derken; yardımlaşmanın ve dayanışmanın bir kültür olduğu toplumumuzda ‘yardım edilen kişi’ olmanın utanç vericiliğini de az çok hissettiğinize eminim. Ama bu yazıda derdim size yoksul ya da fakir olduğunuzu söyleyip sorunun sizden kaynaklandığını var sayar bir dil kurmak değil. Asıl nokta; vitamin takviyeleri alıp, dünyanın en ödüllü kitaplarını okuyup, en kaliteli kumaşlardan en çeşitli kıyafetler giyip, spor salonlarına yazılıp düzeleceğine inandığınız ama her şeye rağmen debelenmeye devam ettiğiniz hayatlarınızda yalnız olmadığınızı hatırlatmak. Bu hatırlatma ‘korkma ben yanındayım’dan daha ziyade ‘ben de seninle batıyorum’u göstermek. Biz olarak batıyoruz; hem de sağlıklı gıdalar tüketip, vitamin takviyeleri alıp, yüzde 100 pamuklu donlar giyerek batıyoruz.
Konunun tek başına ekonomik olmadığını da bu noktada anlatmış bulunduğumu umut ediyorum. Git gide kişiselleşen ve dışardan mükemmel görünmek zorunda olan hayatlarımızın aslında en çok da rezilliğini konuşmak amacım. Avokadolar, sporlar, pamuklu donlar, vitaminler, kişisel gelişim kitapları ve klasik müzikle etrafına duvar ördüğümüz ama en ortasında bulunan o rezillik. ‘Hayatım nereye gidiyor, 5 yıl sonra kendimi nerede görüyorum, yatırım yaparken nelere dikkat etmeliyim, kim olmak istiyorum?’ gibi çorba halinde verdiğim sorulara belki birkaç yıl önce yarınımızı görürken bazı cevaplar bulabilirdik. En azından bazılarımız nefret ettiği işlerinden istifa edip o minnoş ve aşırı lezzetli cupcakelerini sergileyecekleri samimi bir kafe açmak isteyebilirdi. Ya da yolun ortasından dönmeyi göze alıp her şeye sıfırdan başlayıp yepyeni bir hayat için mücadele etme azmini kendinde bulabilirdi. Ama bize bırakılan bu flu geleceğin ortasında; ‘Nerede, ne zaman, nasıl öleceğimizi bile kestiremediğimiz bu gerçeklikte nasıl riskler alabiliriz?’ sorusu başlı başına bir başkaldırı.
Bu sorularla kimseyi hayatından daha da tiksindirmek niyetinde değilim, geleceksizliğe olan nefretinizi körüklediysem eğer bu beni mutlu eder. Ama daha da kötü sorular sorma niyetindeyim. Şimdi kim, hangi hobisinde, hangi duygusunu aramaya çalışıyor? Hangi zamanlarda herkesin mükemmel hayatlarını düşünüp kendi rezilliğiyle baş başa kalmak yerine anlata anlata bitiremeyeceği o hobisinin kollarında teselli bulmaya ve herkes gibi olmaya çalışıyor? Bir şekilde kendini var etmiş, hayatına düzene koymuş, ihtiyacı olan ya da olabilecek her şeye istediği anda ulaşabilecek olan o kişi kim ve biz kime ulaşmaya çalışıyoruz? Kim ya da ne olabilmek adına kendimize bu kadar yükleniyoruz? Sonuca vardığımız zaman nerede olmak istiyoruz? Neler yapıp olmak istediğimiz o insan olabiliriz, ne kullanıp bunlar için daha sağlıklı bir zihinle düşünebiliriz? Ve en önemli olan o aşağılık soruyu tekrarlamak istiyorum; geçmiş 22 yıl öyleydi ama gelecekteki 5 yıl sonra kendimizi nerede, nasıl ve KİMLERLE görüyoruz?
Yazımı bu soruların ortasında bırakmak istiyorum. Samimi bir şekilde vereceğiniz cevaplar ile herkese ve her şeye rağmen neye direndiğinizi bulabilmenizi umut ediyorum. Zira ben size bu yazıyla bir cevap vermekten ziyade rahatsızlık vermeyi tercih ettim. Çünkü bol vitaminli hayatımın dayanılmaz ağırlığını omuzlarımdan atmak tek ve en bencil beklentimdi. Sorulardan geriye kalanları ise sonra konuşmayı umut ediyorum…
(AÖ/HA)