Kıyasıya dövüşülen bir boks maçından sonra Ahmet ısrarcı bir foto muhabirin odağındadır.
Ahmet maçı kazanmıştır, coşku doludur, yerinde duramamaktadır; gözleri sevinçten parlamakta, çehresinden mutluluğu okunmaktadır.
Fakat muhabir, kadın olmasına rağmen, peş peşe deklanşöre basarken ondan sert bir imaj sergilemesini istemektedir.
Ahmet aslında fazlasıyla terli, darbeler almış ve zaten yorgun suratına ciddi bir ifade kazandırmaya çalışır, fakat bir türlü beceremez.
Gözlerinin içi gülmeye, derin bakışları şefkat saçmaya devam ederken, yüzünün diğer kısımlarıyla somurtması işe yaramamaktadır, takındığı ifade zoraki bir ciddiyetten ibarettir.
Muhabir ısrar eder: İnsanların ve bilhassa rakiplerinin bir boksör olarak Ahmet’ten korkması gerekmektedir, kaşlarını çatıp kötü kötü bakması şarttır!
Hayatı boyunca Ahmet’in derdi de bu olmuştur aslında. Ataerkil bir düzende yetiştirilmiş olup Türkiye’den Avusturya’ya göç etmiş bir ailenin çocuğudur; hayatta kalabilmek için aile ve toplum tarafından erkeğe atfedilen rolü fazlasıyla oynamak zorunda kalmıştır.
O, her ne kadar sağlık çavuşluğu gibi nispeten sevecen bir görev üstlenmiş olsa da Avusturya ordusunda çalışmakta, sporlardan boksu seçerek içinden fışkıran öfkeyi mümkün olduğunca deşarj etmeye zaten çabalamaktadır.
Fakat o aynı zamanda bir aktör adayıdır, rol yapmaktan, ayrıca kamera karşısına geçmekten çok hoşlanmaktadır. Lakin Arzu Tramvayı piyesinde canlandırdığı Stanley karakteri gibi duygularını dışa vurmakta ve bilhassa ağlamakta epeyce zorlanmaktadır.
Dünyanın en köklü belgesel festivallerinden, İsviçre’nin Nyon kentinde düzenlenmiş olan Visions du Réel’de gösterilmiş Soldat Ahmet (Asker Ahmet) başlıklı belgesel seyirciyi hemen avucunun içine alıyor.
Becerikli olduğu kadar muzipliğiyle de sivrilen sinemacı Jannis Lenz’in elinden çıkan şirin belgesel büyük meselelere zarafetle eğilip kahramanıyla derin bir empati kurmamıza imkân tanıyor.
Sarmalayan anne sevgisi
2021 Avusturya yapımı 76 dakikalık film marş ritmiyle bizi askerlerin dünyasına sürüklüyor; orduya, aileye ve genel anlamda topluma stilize bir bakış atarken farklı tınıların müzikal desteğinden de layıkıyla yararlanıyor.
Ahmet’i kaslı vücuduyla kâh askeri bir tatbikatta, kâh görevli olduğu klinikte, ayırca boks antrenmanlarında izliyoruz. Bilahare onu evinde, itinayla ilgilendiği ve can dostu haline getirdiği kaplumbağasıyla takip ederken aslında ne kadar hassas ve duygusal bir insan olduğunu da idrak ediyoruz. Şefkat ve sevgi dolu enerjisi, huzura kavuşmuş gibi göründüğü bu anlarda adeta perdeden taşıyor.
Fakat seyirciyi asıl fetheden, kendinden yaşça büyük tiyatro hocası kadınla çalışırken gözlerindeki o derinlik, o sarmalayıcı bakış. Sanki çocukluğunda ona verilmiş derin sevginin müptelası olmuş ve hayatının geriye kalan kısmında benzer yoğunlukta bir aşkın peşine düşmüştür. O büyü zedelenmiş olsa da, sanki geçerliliğini korumaktadır.
Tiyatro hocası ona nasıl rahatlaması, gevşemesi, kendini koyvermesi gerektiğini nefes egzersiziyle aktarırken Ahmet’in gözleri parlıyor, minnet duygularıyla adeta dolup taşarken gözlerinin içi gülüyor.
Kahramanımızın almaya olduğu kadar cömertçe vermeye de ne kadar hazır olduğu her halinden belli. Düzensiz ön dişlerini ortaya çıkaran gülümsemesi yakışıklılığını katmerlerken kendini güvenilir kollara bırakmaya ne kadar meyilli olduğunun mesajını da veriyor.
Aslında belgeselin başında, onu Türkçe masallarla büyüten annesiyle aralarındaki derin bağın ipuçlarını almıştık. Filmin ortalarında da zaten birbirlerine şefkatle sokulduklarını, sert mizaçlı bir kadın gibi görünmesine rağmen annesiyle Ahmet’in gayet uyumlu olduklarını görüyoruz.
Filmde Ahmet’in askerî üniformasını beraberce ütüledikleri sekans bile var; fakat yüzü yumruk darbeleriyle çirkinleşiyor diye annesinin boks oynamaktan vazgeçmesi yönündeki ısrarlı telkinini Ahmet, “Erkeklerin güzel olması gerekmiyor anne” gibisinden bir cevapla savuşturuyor. Boksa başladıktan sonra etrafta ona daha fazla saygı gösterilir olduğunu da öğreniyoruz.
Tevazuyla olduğu kadar manidar anekdotlarla da dolu belgeselde Ahmet’i yeğenleriyle güreşirken, namaz kılarken veya küvetin başında oturup bacak kıllarını sabun köpüğü ve tıraş bıçağıyla alırken de izliyoruz; fakat filmin yönetmeni Lenz kahramanının bilhassa çıplak bedenini teşhir ederken ölçülü davranmaya ihtimam gösterip kıvrak montaj sayesinde seyircinin olası arzularını dozunda tutmayı başarıyor.
Gurbet ellerde…
Ancak tahmin edebileceğiniz gibi Ahmet’in hayatında her şey toz pembe değildir.
Her şeyden önce ırkçılığıyla tanınan Avusturya gibi bir ülkede yaşaması yüzünden, belirli bir asimilasyon sürecinden geçmiş olmasına rağmen ayrımcılıktan, aşağılanmaktan, örselenmişlikten azade kalmadığı kesindir. Fanatik milliyetçilerin bilhassa Türkiye kökenli vatandaşlara sık sık saldırdığı aşikârdır.
Filmde bu mevzuya fazla yer verilmese de Ahmet askeriyede şu an bulunduğu saygın pozisyona şahsi bir çaba ve dirayetli bir çalışma sayesinde ulaştığını ifade ediyor. Boks ringlerinde “Ronin” lakabıyla anılması boşuna değildir.
Hıristiyan bir memlekette Müslüman olması da ötekileştirilmesinde mutlaka tesirli olmuştur. Ne de olsa bilhassa babası namazında niyazında bir gurbetçidir ve o da yaban ellerde muhakkak ki zorlu tecrübelerden geçmiştir.
Geleneklerine belki de Anadolu’da yaşayan hemşerilerine göre bu sebepten dolayı daha da sıkı sarılması olağandır. Ahmet’e mütemadiyen, “Evlenmelisin, 30 yaşında adamsın!” demesi mutlaka bundan kaynaklanmaktadır. Ahmet’in saygılı, hatta edilgen bir ses tonuyla “Nasipse evlenirim, kısmet…” diye cevap vermesi seyirciyi şaşırtmaz.
Ramazan sofrası
Ahmet’in iki ablasından birçok torunu olmuştur aslında, ama yine de “Kız evladından torun sahibi olmak tatlıdır, ama erkek evladından torun sahibi olmak daha da tatlıdır” lafı da ısrarcı babanın ağzından çıkıverir. Çocuk sahibi olmanın insanı ataletten çıkarıp çalışmaya zorladığını söyler; Ahmet zaten çalıştığını, böyle bir motivasyona ihtiyaç duymadığını belirtir.
Belgesel ekibinin iftar sofrasında kameralarıyla hazır bulunması aslında herkes için zorlu bir dinamiktir. İnançlı baba sofra başında toplanmış kalabalık ailenin iftarını açmasından önce iyi dileklerini de kattığı uzun duasını kameraların varlığında okumaktan adeta ayrı bir zevk alır. Akabinde ezan sesi duyulur; baba film ekibini kastederek.”Aç sesini de, onu da dinlesinler!” derken sanki yıllar boyunca farklı bir dinin hâkim olduğu diyardan intikamını alır gibidir.
Kahramanımızın aslında neden kolay kolay ağlayamadığını anlamış gibiyizdir. Gayet insani bir duygusal dışavurum olmasına rağmen Ahmet “erkek” kimliğine hapsedildiği için hayatı boyunca doğru dürüst ağlayamamıştır.
Filmde onu evinde tek başına gördüğümüz sekansların birinde “Ağlama yâr” türküsünü dinleyip duygulandığı anlara şahit oluruz.
Şevkle devam ettiği kadınlı erkekli kalabalık tiyatro çalışmalarının birinde ise hoca ondan şarkı söylemesini ister. Bildiği yegâne şarkıların aslında ona annesi tarafından öğretilmiş türküler olduğunu, fakat erkek sıfatıyla şarkı söylememek üzere yetiştirildiğini söyler.
Duygularını serbestçe ifade edebilmesi için piyesin daha önceki bazı provalarında replikleri zaten Türkçe okumuştur, utana sıkıla mırıldanmaya başlar.
Sesi ve yorumu da bakışları kadar sıcak, samimi ve çekingen olduğu ölçüde etkileyicidir:
“Şu garip halimden bilen, işveli nazlı
Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen?
Tatlı dillim, güler yüzlüm, ey ceylan gözlüm
Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen, neredesin sen?…”
(MT/EMK)