Mektup sırdaştır. Yazan ve okuyan arasındaki bir mahremiyettir. Hele hele aşk mektupları sevdanın zamana düşülmüş bir kaydıdır ve bir o kadar da mahremdir.
Mektup yazmak kendimize dışarıdan bakmak, gördüğümüzü, en gizli duygularımızı sevdiğimizin önüne sermek, iç dökmektir. Deneyimlerimizi, yaşanmışlıklarımızı, çalkantılarımızı, sevinçlerimizi, düşündüklerimizi mektubun en sevgili muhatabıyla paylaşmaktır. Bir yandan da okuyana özel hikâye anlatıcılığıdır.
Seval Şahin ve Tevfika İkiz’in derlediği Bağlam Yayınlarından çıkan Aşk Mektupları (Haziran 2018)kitabı yazarlarının okuyucusuna, mektuplarının biricik muhatabı oymuş gibi içtenlikle seslendikleri, hikayelerini paylaştıkları pulsuz bir mektup destesi olarak düşünülebilir.
“İnsan işkence görmüş sevgilisine ölüm döşeğindeyken polisle konuştun mu, diye sorabilir. Kaşlarına, gözlerine, yarılmış dudaklarına, kırık koluna, çekmiş olduğu aşikâr eziyete bakıp bu soruyu sorabilir, yanından ayrılmak istemezken onu görmemeye razı olabilir. Sevgilisini bile bile ölüme bile yollayabilir. Bunları yaptırır insana Nikaragualı aşk… (s.34)” diye seslenen ilk mektup, Ayşegül Devecioğlu tarafından işkencede yitirilen sevgili için kaleme alınmış, oldukça etkileyici bir metin.
Buket Uzuner’in mektubu ise feminist bir bakış açısıyla yazılmış gayet eleştirel bir mektup. Sevgilisinin kadın düşmanı olduğunu ilan etmediği için pişmanlık yaşadığını dile getirip kendisiyle hesaplaşıyor yazar: “Türkiye, kadınların çoğunluğuna eğitim olanağı verememiş olmanın bedelini şimdi çok ağır ödediği yıllardan geçiyor Sevgilim. Bu yüzden hiç okula gidememiş, emeğinin ve bedeninin haklarını savunacak gücü bulamamış kadının belki kendini taciz etmiş veya zorla evlendirildiği bir adama sevgi sözcükleri seçerken hangi kuşağın aşk anlayışına göre davrandığını bilmiyoruz. Çünkü o kadınların kendi sevgi sözcüklerini kurma şansını vermek için çoğunluğumuz parmağını bile kıpırdatmadı(k)” (s. 56).
Ferat Emen’in Nuriye’yi Yandırdılar başlığını verdiğimektubu, bütün öfkesi ve sertliğiyle bizi yaşadığımız coğrafyanın gerçekliğiyle yüzleştiriyor: “Sevgilisinin kolundan aldık Nuriye’yi. Kırsala götürdük. Üzerine motorin döktük. Kibrit çaktık. Onu yanmış ağzından sikmeye çalıştık. Dereye yuvarladık. Namaz kıldık. Cevşen okuduk. Elçisinin kelimeleriyle yaratıcımızla hasbıhal ettik” (s.86) diyerek toplumun ikiyüzlülüğünü sözünü sakınmadan dile getiriyor Emen.
13 Mayıs 2014 tarihli Niyazi Zorlu’nun mektubu, Soma’dan ölen bir madencinin karısına yazmış olduğu en sarsıcı mektuplardan biri. Hem bir madencinin günlüğü hem de onu ölüme götüren taşların günlüğü niteliğini taşıyor mektup. Ölü madenci bize gayet direngen bir biçimde sesleniyor uzaklardan, ölse de unutmadığı pek çok şeyi haykırıyor yüzümüze: “Vardiya bitiminde derin bir nefes almak için yerin yüzüne, karanlığın bir başka türüne çıkıyorduk. Evin yolunu tutarken omuzlarımızı, boyunlarımızı, sırtlarımızı, bacaklarımızı, yanımıza almayı unutuyorduk, gözlerimizi… Parlayan yıldızlara, sislere sarınmış güneşe boş boş bakıyorduk. Burunlarımıza hücum eden keskin dağ otlarının kokusu ciğerlerimizi sızlatıyordu, inanamıyorduk. Bizi sarıp sarmalayan ve adına yeryüzü denen mavisi puslanmış, geniş boşluğa gücenerek bakıyorduk, onun yılışık uyaranlarına kayıtsız kalıyorduk. Eve vardığımızda ‘Hanimiş babası’ ödül gibi bize doğru sallanan bebeklerin küstahça gülmeyi ne zaman, nasıl öğrendiklerine hayret ediyorduk” (s.137).
Yavuz Ekinci de gecenin bir vakti yanından gözaltına alınıp tutuklanan sevgilinin yaşadıklarını ve onun yokluğunda kendi yaşadıklarını anlatıyor bize. Şimdilik ancak bunları yazabildiğini, anlatabildiğini ifade ediyor.
Kitapta Jaklin Çelik’ten, Menekşe Toprak’a, Selim İleri’ye daha pek çok yazarın mektubu var ve her biri farklı ton ve üslupta sesleniyor alıcısına/okuyucusuna.
Yolun üzerindeki kitapçıda size gelmiş mektuplar var. (FS/EKN)
* Aşk Mektupları, Seval Şahin, Bağlam Yayınları, 2018